“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Çarşamba, Nisan 30, 2008

Yargıya Güven ?????????


Bunlar Neyin Delili?




1- Danıştay saldırısının gerekçeli kararında Ergenekon çetesi ile ilişkiler yok sayıldı. Ergenekon çetesi ile olan ilişki ve yazışmaların ise bilgi içermediği öne sürüldü.
2- Veli Küçük ile Alparslan Arslan'ın fotoğrafı yargılama sırasında delil olarak kabul edilmedi. Krinimal inceleme bu fotoğrafın montaj değil, gerçek olduğu saptamıştı.
3- Danıştay saldırısının diğer sanığı Osman Yıldırım, verdiği ifadede ve mahkemeye gönderdiği dilekçede, Ergenekon çetesi ile danıştay saldırısı arasında bağlantı olduğunu itiraf etti.
4- Osman Yıldırım, Cumhuriyet gazetesine atılan bombaları Küçük'ten aldıklarını açıkladı. Bu bombalarla, Ümraniye'de ele geçen bombalar aynı seri numarasına sahip.
Danıştay saldırısının gerekçeli kararında Ergenekon çetesi ile ilişkiler yok sayıldı. Alparslan Arslan ve diğer sanıkların Ergenekon çetesi ile olan ilişki ve yazışmalarının bilgi içermediği öne sürülen gerekçede, Veli Küçük ve Muzaffer Tekin ile direk kurulan bağlantılar da delil olarak değer görmedi
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Danıştay davası ile ilgili önceki gün açıkladığı gerekçeli kararında, Ergenekon çetesine yer verilmemesi tartışmalara neden oldu. Gerekçenin delillere göre değil, zanlı Alaparslan Arslan'ın anlatımlarına göre hazırlandığı dikkat çekti. Ergenekon çetesi ile Danıştay saldırısı arasında hukuki bir bağın kurulamadığı belirtilen gerekçede, sanıkların "türbanı istedikleri şekilde yorumlayan kurum ve kişileri cezelandırma amacı ile böyle bir eylemi gerçekleştirdikleri" kaydedildi.
FOTOĞRAF GERÇEK
Veli Küçük'ü Danıştay tetikçisi Alparslan Arslan'la yan yana gösteren fotoğrafın Emniyet Genel Müdürlüğü Kriminal Polis Labaratuvarı'nda yapılan teknik incelemede, montaj değil gerçek olduğu saptandı. Bir gazetede röportajı yayımlanan Küçük, fotoğrafın montaj olduğunu iddia etti. Adı çete eylemlerinde geçen kişilerle aynı fotoğraf karesinde yer alanların gösterdiği tipik tepkiyi yineleyen Küçük, "Ben yurtdışında da, Türkiye'de de bu tip pek çok konferansa katılıyorum. Her gittiğim yerde benimle fotoğraf çektirmek isteyenler çıkar. 2004'te de Köln'de yaptık bu kongreyi, herkes gelip 'Paşam fotoğraf çektireceğim' diye, belki bin tane fotoğraf çekildi" diye savunma yaptı.
Danıştay saldırısı ile Ergenekon çetesi arasında bağlantıyı gösteren başka bir kanıt da Alparslan Arslan'ın, Ergenekon'da tutuklanan Doç. Emin Gürses'e, cep telefonundan şifreli bir mesaj attığı ortaya çıktı. Baba Arslan'ın, Osman Yıldırım'ı kastederek "Danıştay saldırısıyla ilgili bir kişi ek ifade verecek. İfadesinde 'Saldırıdan 20 gün önce İstanbul Ataşehir'de Veli Küçük'le toplantı yaptık. Cumhuriyet'e attığımız bombaları Küçük'ten aldık. Danıştay saldırısının talimatını Veli Küçük verdi' diyecek. Emin Hoca'ya haber verin, önlem alsın" dediği öğrenildi.
AĞABEY TEKİN'İN DE AVUKATI
Danıştay saldırısı ile Ergenekon çetesi arasındaki bağlantı olduğu başka bir ilişki ile de kanıtlandı. Danıştay tetikçisi Arslan, Muzaffer Tekin'in abisinin avukatı çıktı. Danıştay saldırısını organize etmekle suçlanan ve Ümraniye'deki cephanelik evle ilgili olarak tutuklanan Muzaffer Tekin ile Kuvayı Milliye Derneği Başkanı Fikri Karadağ'ın sağ kolu Hüseyin Görüm'ün polisteki ifadeleri, çeteleşme olayına yeni bir boyut kattı.
SAVCI ÖZ, SORGULADI
Danıştay saldırısının diğer sanığı Osman Yıldırım, hem Ergenekon savcısı Zekeriya Öz'e verdiği ifadede hem de mahkemeye gönderdiği dilekçede, Ergenekon çetesi ile Danıştay saldırısının bağlantılı olduğunu itiraf etti. Osman Yıldırım ifadesinde, Alparslan Arslan ve Veli Küçük'le Ataşehir'de yaptıkları bir toplantıda Cumhuriyet Gazetesi ve Danıştay'a saldırı kararını aldıklarını söyledi. Yıldırım, Cumhuriyet'e atılan bombaları da Veli Küçük'ün verdiğini ileri sürdü.
El bombalarının seri numarası aynı
Cumhuriyet gazetesine atılan bombalarla, Ümraniye'de ele geçen bombaların aynı seri numaraya sahip olduğu belirlendi. Danıştay davasında yargılanan sanık Süleyman Esen'in avukatı Mehmet Ener, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne verdiği dilekçede, Ümraniye'de ortaya çıkarılan el bombaları ile Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombaların aynı olduğunu, mahkemenin bombaların kaynağını araştırması gerektiğini savundu.
Ergenekon ilişkisini ortaya koyan 500 sayfalık dosya
Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz'ün, Ergenekon'un, Danıştay saldırısıyla bağlantısını ortaya koyduğu ve 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği 500 sayfalık özel soruşturma dosyasının da gerekçeli kararda dikkate alınmadığı görülüyor. Özel dosyada, bağlantı 9 başlık altında sunulmuştu.
1- Ergenekon zanlıları Muzaffer Tekin ve 10 zanlının ifadeleri,
2- Eski Uyuşturucu hükümlüsü Engin Bağbars'ın Muzaffer Tekin ve Danıştay saldırısıyla ilgili beyanları,
3- Semih Tufan Gülaltay'ın bilgisayarından çıkan 53 kişilik liste,
4- Doğuş Factoring'in sahibi Ayhan ve İlhan Parlak hakkındaki soruşturmalar,
6- Ayhan Parlak hakkında haraç suçlarıyla alakalı açılan dosya,
7- Banker Yalçın Doğan'ın öldürülmesine ilişkin soruşturma,
8- Cumhuriyet'e atılan bombalara ilişkin raporlar,
9- Fikret Emek'de ele geçirilen el bombalarıyla ilgili olarak alınan ve Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların numaralarıyla benzer olduğu düşünülen Bomba Bilgi Merkezi İrtibat Raporu ile diğer raporlar.
30.04.2008

Etiketler:

Salı, Nisan 29, 2008

Kanlı 1 Mayıs Unutulmadı

1 KANLI MAYIS DAHA İSTEMİYORUZ!

Bundan otuzbir yıl önce Taksim kana bulandı. 1 Mayıs İşçi Bayramı, Taksim’i bayram yerine değil cehenneme çevirdi. Sahipleri karanlıkta kalan kurşunlar, rastgele meydana saçıldı. Gencecik insanlar canından oldu.

Aradan otuzbir yıl geçti... Yarın, yine İşçi Bayramı. Yine işçiler Taksim meydanını dolduracak. Ve İstanbul valisinin haber verdiğine göre yine provokatörler iş başında olacak. Yani, Taksim yine cehenneme dönebilir, bir işçi bayramı daha kana bulanabilir.

Peki, provokasyon ihbarını alan vali ne tür bir önlem alıyor dersiniz? Elbette akla en son gelecek şeyi yapıyor ve işçilere Taksim’de bayramlarını kutlamayı yasaklıyor. Provokasyonu önlemenin yolunu, 1 Mayıs’ı işçilere zehir etmekte arıyor. Üstelik gerekirse orantılı güç kullanarak, ne pahasına olursa olsun yasaktan vazgeçmeyeceğini söylüyor.

1 Mayıs’ın cehenneme dönmemesi için çözüm yolu bu olamaz. Provokasyonu engellemenin yolu bu olamaz. İşçileri orantılı güçle tehdit ederek, kılıçları kınından çekerek ancak kaosa davetiye çıkartılmış oluyor.

Keşke, güvenlik gerekçeleriyle Taksim’i 1 Mayıs kutlamalarına kapatma kararı alan vali, insanları alanın dışında tutmak için kullandığı güvenlik imkânlarını alanın içinde güvenli bir kutlama yapmak için kullanmayı denese... Kaosa davetiye çıkarmak yerine, 1 Mayıs’ın Taksim’de güvenli bir şekilde kutlanması için gerekli tedbirleri alsa... Çağlayan’da sağladığı güvenliği Taksim’den esirgemese...

Keşke, kendisi de yasakçı zihniyetin muhatablarından olan hükümet, topluma girilemez alanlar inşa etmenin ne kadar rencide edici olduğunu anlayabilseydi. Keşke, bu kadar hassas bir konuyu valinin insafına bırakmasaydı. Keşke Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararına karşı “kanunlara uyun” çağrısı yapanlarla aynı pozisyona düşmek yerine, halkın taleplerine kulak verselerdi. Böylece 1 Mayıs’ta Taksim’e giren işçiye, kamusal alana giren başörtülü muamelesi yapmalarına gerek kalmazdı.

Yarın hem Taksim meydanında olacak, hem olmayacak insanlar olarak, 1 Mayıs’a 1 kala hala vakit varken, yetkilileri orantılı ve orantısız güçlerini halkın güvenliği için kullanmaya ve bunun için sorumluluk almaya davet ediyoruz...


Henüz özgür olmadık platformu

Etiketler:

Pazar, Nisan 27, 2008

27 Nisan Darbesinin Yıldönümü





Son yapılan Irak operasyonu muhteşem bir başarıydı Büyükanıt paşam. Askerimle koltuklarım kabardı, sonsuz gururlandım. Askerimin bu denli flexible hareket kabiliyeti eminim bütün aklı başında vatandaşları benim kadar mutlu etmiştir.

Ancak, sana bir sitemim var paşam. Bugün bir yıl öncesi kara Nisanın yıldönümü.

Ben, hiç doğurmadan, evlenmeden, iki çocuğun annesi oldum paşam. Biri kız, biri erkek. Oğlum şu anda okumuyor olsaydı, asker olacaktı. Hani, diyelim ki, geçen yıl tam bu zamanlar asker olmuş olsaydı; siz de benim utancımın manifestosu olan o emuhtıranın ardından, ola ki meclisi feshetmeye kalkışmış olsaydınız eğer, beni, bu hastalıklı halimle karşınızda bulacaktınız. Dedim ya, bir de evladım o an asker olsaydı ve bana silah doğrultmak zorunda kalsaydı, ne hissetmemi isterdiniz paşam? Eşinize bunu söyleyin ve bir an kendini benim yerime koysun ve bir vicdan muhasebesi yapsın lütfen. Sonra da size ne hissetiğinin bir tanımını yapsın.

Paşam, ben vergisini peşin veren vatandaşım, emekliyim anlayacağınız. Ben vergimi kuruşuna kadar Devletime helal ediyorum, asker gücümün daha da modernleştirilmesi adına; evlatlarımızın ölmemesi için satın alınabilecek her türlü modern teçhizat alımı için, boğazımdan kısmaya dahi razı olurum. Ancak paşam, benim verdiğim ile askerimin beline koyduğum silahın bana doğrultulmasını hiç mi hiç istemem!

Ne başımda örtü var, ne uçlarda yaşayan bir insanım. Hatta, iyi okumuş ve halen okumakta olan bir kadınım. Giyimimden kuşamımdan arttırıp, kitap yatırımında bulunurum. O denli önemlidir benim için bilgi. Akşam yemeğinde bazen şarabımı içmeyi severim. Yaz gelince deniz keyfi yaparım. Bütün bunları yapmakla birlikte elimden geldiğince ibadetimi de yapmaya çalışırım.


Benim herhangi bir vatandaşımın başının örtülü olması da beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bu onun tercihi. Eğer onlar okumuyorsa, bu benim gibilerin ayıbıdır paşam. Ama, ısrarla vurguladığım nokta, onun da en az benim kadar bu ülkenin vatandaşı olduğu ve en az benim kadar hakları olduğudur.

Bir daha olmasın paşam. Sakın ha! Benim gibi iyi okumuş, hala okumakta olan bir anne bunları hak etmiyor. Hiç birimiz hak etmiyoruz. Evlatlarımızın beline koyduğumuz silahların bize doğrultulmasını istemiyoruz. Her ne olursa olsun, demokrasinin tatil edilmesini hak edecek bir şey yapmıyor bu toplum.

Biliyorum, sizdeki istihbarat bizde yok. Bizler ancak birkaç yıl sonra, bir yazan çıkarsa bazı şeyleri okuyup, öğrenme şansına sahip oluyoruz. Ancak, şu aralar dönmekte olan dolapları da görüyoruz. Çok iyi birşey yaptınız şu meşhur sözünüzle "TSK suç örgütü değildir"; biz mesajı aldık paşam. Bu konuda sonuna kadar ardınızdayız. Sizden de ricamız, eğer kuşkulandığınız varsa, ne olur, bizler için değil, evlatlarımız ve torunlarımız adına bu konuda desteğinizi sürdürün ve tarihe geçin paşam. Yoksa, 27 Nisan orada duruyor, hiç iyi geçmezsiniz tarihe. Hiç iyi hatırlamayız sizi. Bunu yapın bizler için. Bizler de göğsümüzü şişire şişire, dünyada başı dik bir toplum olarak dolaşalım. İçimizdeki bütün kirlerin arınmış olduğunu bilmenin güvenini yaşayalım.

Ben bir anneyim paşam. Doğurmadan da anne olunur. Evlat dünyanın en tatlı rüyasıdır kıymetini bilene. Umarım yazdıklarımı tesadüfen bulur ve okursunuz.

Birsen Şahin

Not : Eğer Başbakan olsaydım, geçen yıl bugün sizi derhal emekli ederdim paşam.

Etiketler:

Cuma, Nisan 25, 2008

Bu Nasıl Bir Ortaklık?

Bu nasıl bir ortaklıktır ki, bir türlü bitemedi? Bu nasıl bir savaştır ki, bir türlü sonuçlanamadı?
Kim, kimi, kime kırdırtmak istiyor? Halk bu işin neresinde? Satrançta oynanan taşlar gibi, halkı bir o yana, bir bu yana oynatanlar nasıl olur da, iki karşı cephenin siyasi görüşlerini temsil etmelerine rağmen, bir kapı bulur ve asgari müştereklerde buluşur?

Atilla İlhan 80. yaşgününde “Türkiye’nin yakın tarihi uyduruk” derken ne demek istedi?

Org. Sabri Yirmibeşoğlu’na “Sonra 6/7 Eylül olaylarını ele alırsak... Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı….Sorarım size? Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?" cümlelerini sarfettiren nasıl bir başarıydı? Neyin başarısıydı? Birlikte yaşamaya alışmış toplumların, bir bayrak altında yaşamaktan gocunmayan, komşuluk ilişkileri çok iyi olabilen insanların biribirlerinden farklı uçlara savrulması hangi akla, mantığa uygun bir başarıdır?(Yıl 1955)

Bu olayda, kimler tarafından bir genç eline bomba tutuşturularak bir patlamaya vesile oldu? Kimler bu genci apar topar kaçırdı? Ve, nasıl oldu da, bu genç yıllar sonra memleketin bir iline vali oldu?

Ya Tan Baskını ile tarihe geçen baskın hakkında ne demeli? Solcu olduğunu iddia eden Orhan Birgit ve İlhan Selçuk ile Süleyman Demirel ve Özal’ın hangi birliktelik adına o gün o talana katıldıklarını aklınızda bir tartın bakalım, ne çıkacak? CHPden kopan muhalif sağcılar ile sosyalistler nasıl olmuş da müttefik olmuşlardı?

Tan baskınına kim karıştıysa, bugün memleketin sözde “ileri gelenleri” olarak borularını öttürmekte.

Biz nasıl bir oyuna getirilmek isteniyoruz?

Bugün de başörtülü, başörtüsüz, sağcı, solcu, Türk, Kürt aynı oyun içerisinde ve yine toplum ayrıştırılmaya çalışılıyor? Neden? Ayrıştırılan bir Türkiye’de, nasıl bir kazancı var bu güçlerin? Savaşın sürmesi kimin işine gelir? Hangi egemen grup, bu taktik ile egemenliğini koruyacak?

Oturup biraz düşünün olur mu sevgili solcularım? Sorun kendinize: Nasıl bir soldur bizim hizmet ettiğimiz? İşte bunları görmeli DSP ve türban meselesinde CHP yanında yeralırken gözden kaçırdıklarını telafi etmeli. Bizlere umut olmalı. Oysa şu andaki gidişiyle ve Sayın Zeki Sezer ile bu umudu bana veremedi. DSP gençlerinin önünü açsın ve gençler umut olsun. Ancak, o gençler de yakın tarihini iyi okuyarak yol alsın. Bizim onlara gerçekten çok ihtiyacımız var.

Yoksa hayal olur iktidar; bugün Baykal’ın iktidar olmamak ve muhalefette kalıp, DSPyi kendisine payanda yapmak ile keyfini sürdüğü bir tezgahın parçası olur sadece.

Yüzünü halkına dönmeli sol…Bizim buna çok ihtiyacımız var.

Birsen Şahin

Etiketler:

Kıvırmayalım Sayın Öymen/CHECKPOINT JERUSALEM BLOG: Turkish lawmaker raises questions about Muslim head scarves

Orijinali için tıklayınız
Çeviri en altta

By DION NISSENBAUM, McClatchy NewspapersANKARA, Turkey - Are Muslim head scarves fascist symbols?
The question came up during a recent interview I did with Onur Oymen, a veteran Turkish lawmaker who served as the nation's ambassador to NATO.
Oymen, a leader in Turkey's Republican People's Party, suggested just that during our talk about the rising influence of the nation's ruling Justice and Development Party.
In the course of our talk, Oymen suggested that Muslim head scarves in Turkey were akin to Nazi Brownshirts in Germany or fascist Blackshirts in World War II Italy.
The comparison struck me as stark, so I asked Oymen to explain what he meant.
"Anything, not only head scarf, but anything, any uniform that will be used as a symbol of a political belief or religious belief is a sort of identification of a religious or national symbols to dominate the society," Oymen said. "For instance, in the Hitler time, Hitler youth were put in black shirts, so they called themselves Blackshirts. So it was a symbol of Nazi ideology. In Mussolini time, in Italy, they were wearing brown shirts, so those who carry brown shirts are by definition supporters of Mussolini. So only in authoritarian regimes do you have such things. Not in democracies."
In writing about Turkey's current political troubles, I made reference to Oymen's remarks, something that has caught the attention of reporters in Turkey.
Now Oymen is denying that he made the comparison and is apparently preparing to demand a correction of some sort.
Well, let's go to the tape, which I still have. Here is the full transcript of the relevant section of the interview, conducted in English. I interviewed Oymen in his Ankara office at the headquarters of his party.
Judge for yourself.
Question: "Under the American Constitution if the nation or a state were to prevent women from wearing head scarves in universities it would actually be seen as an infringement on their religious freedom."
OYMEN: "Of course, because you don't have the danger of Islamization of American society or Sharia governments in America. You don't have such a threat. If some Indian students put their special traditional clothing in universities we don't mind because we don't see them as a threat to our society. But if in Turkey you use it as a symbol of religious state, then it's different. For instance, why Nazi clothings, uniforms, are prohibited in Germany? Isn't it a democracy, Germany? Why you prohibit such uniforms? Because they feel that there's a threat of a revival of Nazi tradition. You see the difference."
Question: "So you would equate head scarves with Nazi ..."
OYMEN: "Of course, yes. Anything, not only head scarf, but anything, any uniform that will be used as a symbol of a political belief or religious belief is a sort of identification of a religious or national symbols to dominate the society. For instance, in the Hitler time, Hitler youth were put in black shirts, so they called themselves Blackshirts. So it was a symbol of Nazi ideology. In Mussolini time, in Italy, they were wearing brown shirts, so those who carry brown shirts are by definition supporters of Mussolini. So only in authoritarian regimes do you have such things. Not in democracies. In a Western society you cannot identify the political philosophy or belief of persons while looking to their clothing only. It's what they are trying to do in Turkey. Not only putting the head scarf, but they put it in such a special way that only the believers of this party ideology do it. It's not a traditional head cover of Anatolian woman. It has nothing to do, it completely, never seen such a thing until 20-30 years ago in Turkey. There was not one single person covering their head in this format. So it is the symbol of the ruling party or, to say the truth, symbol of a certain political-religious ideology. And it is imported from Lebanon. It was originally used in Lebanon and they imported it to Turkey as a symbol. And the prime minister said, if it's a symbol what's wrong with that? So he accepts that it is used as a political symbol."
Question: "But to sort of equate Blackshirts or Brownshirts with a head scarf of billions of people with a religious party seems to be rather ..."
OYMEN: "Well you may believe that it's exaggerated. It may. It may be. But in the beginning, Hitler was elected as a political party. He got 44 percent of the vote, he got the support of any number of Germans who are not by definition Nazis. But by time he turned the country into an authoritarian system, totalitarian system and he created a mess who was responsible for, let's say, sufferings of millions of people. I cannot compare today our ruling party with Hitler. Of course not. But the matter, the fact that the party is elected does not mean that they would always observe the rules of democracy. So this is the difference. So Hitler did it for political ideology or nationalist ideology. Now, in our country, they use their political backing in elections for an Islamic society. So, you cannot find one single week, look at the newspapers, you cannot find one single week in the last five years of more where one of the members of the government has not raised a religious issue."
ON THE WEB:
You can listen to the interview with Oymen at:http://media.mcclatchydc.com/smedia/2008/04/22/15/Oymen-interview-headscarfs.source.prod(underscore)affiliate.91.mp3
Dion Nissenbaum covers the Middle East for McClatchy Newspapers. E-mail him at
dnissenbaum@mcclatchydc.com.
© 2008, McClatchy-Tribune News Service




Orijinali için tıklayınız
April 22, 2008
Are Muslim head scarves fascist?
Are Muslim head scarves fascist symbols?
The question came up during a recent interview I did with
Onur Oymen, a veteran Turkish lawmaker who served as the nation's ambassador to NATO.
Oymen, a leader in Turkey's Republican People's Party (AKA the CHP), suggested just that during our talk about the rising influence of the nation's ruling Justice and Development Party.
In the course of our talk, Oymen suggested that Muslim head scarves in Turkey were akin to
Nazi Brownshirts in Germany or fascist Blackshirts in World War II Italy.
The comparison struck me as stark, so I asked Oymen to explain what he meant.
"Anything, not only head scarf, but anything, any uniform that will be used as a symbol of a political belief or religious belief is a sort of identification of a religious or national symbols to dominate the society," Oymen said. "For instance, in the Hitler time, Hitler youth were put in black shirts, so they called themselves Blackshirts. So it was a symbol of Nazi ideology. In Mussolini time, in Italy, they were wearing brown shirts, so those who carry brown shirts are by definition supporters of Mussolini. So only in authoritarian systems you have such things. Not in democracies."
In writing about Turkey's current political troubles,
I made reference to Oymen's remarks, something that has caught the attention of reporters in Turkey.
Now Oymen is denying that he made the comparison and is apparently preparing to demand a correction of some sort.
Well, let's
go to the tape, which I still have -- and which we hope to post later. (Here it is.)
Here is the full transcript of the relevant section of the interview, conducted in English. I interviewed Oymen in his Ankara office at the CHP headquarters.
Judge for yourself.
Question: "Under the American Constitution if the nation or a state were to prevent women from wearing head scarves in universities it would actually be seen as an infringement on their religious freedom."
OYMEN: "Of course, because you don't have the danger of Islamization of American society or Sharia governments in America. You don't have such a threat. If some Indian students put their special traditional clothing in universities we don't mind because we don't see them as a threat to our society. But if in Turkey you use it as a symbol of religious state, then it's different. For instance, why Nazi clothings, uniforms, are prohibited in Germany? Isn't it a democracy, Germany? Why you prohibit such uniforms? Because they feel that there's a threat of a revival of Nazi tradition. You see the difference."
Question: "So you would equate head scarves with Nazi..."
OYMEN: "Of course, yes. Anything, not only head scarf, but anything, any uniform that will be used as a symbol of a political belief or religious belief is a sort of identification of a religious or national symbols to dominate the society. For instance, in the Hitler time, Hitler youth were put in black shirts, so they called themselves Blackshirts. So it was a symbol of Nazi ideology. In Mussolini time, in Italy, they were wearing brown shirts, so those who carry brown shirts are by definition supporters of Mussolini. So only in authoritarian systems you have such things. Not in democracies. In a Western society you cannot identify the political philosophy or belief of persons while looking to their clothing only. It's what they are trying to do in Turkey. Not only putting the head scarf, but they put it in such a special way that only the believers of this party ideology do it. It's not a traditional head cover of Anatolian woman. It has nothing to do, it completely, never seen such a thing until 20-30 years ago in Turkey. There was not one single person covering their head in this format. So it is the symbol of the ruling party or, to say the truth, symbol of a certain political-religious ideology. And it is imported from Lebanon. It was originally used in Lebanon and they imported it to Turkey as a symbol. And the prime minister himself said, if it's a symbol what's wrong with that? So he accepts that it is used as a political symbol."
Question: "But to sort of equate Blackshirts or Brownshirts with a head scarf of billions of people from a religious party seems to be rather..."
OYMEN: "Well you may believe that it's exaggerated. It may. It may be. But in the beginning, Hitler was elected as a political party. He got 44 percent of the vote, he got the support of any number of Germans who are not by definition Nazis. But by time he turned the country into an authoritarian system, totalitarian system and he created a mess who was responsible for, let's say, sufferings of millions of people. I cannot compare today our ruling party with Hitler. Of course not. But the matter, the fact that the party is elected does not mean that they would always observe the rules of democracy. So this is the difference. So Hitler did it for political ideology or nationalist ideology. Now, in our country, they use their political backing in elections for an Islamic society. So, you cannot find one single week, look at the newspapers, you cannot find one single week in the last five years or more where one of the leading members of the government has not raised a religious issue."

Çeviri Birsen Şahin

Müslüman başörtülüler faşist mi?

Müslüman başörütü faşizm sembolü mü?

Soru, NAToda görevli Türk siyasetçi Onur Öymen ile yapılan görüşmede gündeme geldi. Türkiye'de lider partilerden biri konumdaki CHP üyesi Öymen, AKP'nin önlenemeyen yükselişi üzerine yapılan görüşmede konuya değinerek, Türkiye'deki başörtüsünün 2. Dünya Savaşı'ndaki Alman ve İtalyan faşizmine işaret etti. Bu mukayese beni vurunca(allak bullak edince), Öymen'e tam olarak ne demek istediğini sordum. "Sadece eşarp değil, politik alanda kullanılacak herhangi bir uniform(tektiplilik) veya dini inanışa dayalı herhangi bir şey siyasi algılamada buna yolaçar", dedi Öymen. "Örneğin, Hitler zamanını ele aldığınızda, taraftarları siyah gömlek giyerdi, Nazi ideolojisine yolaçan. İtalya'da Mussolini taraftarları kahverengi gömlek giyerdi. Dolayısıyla, sadece otoriter sistemlerde böyle şeyler yaşarsınız, demokrasilerde değil. "

Türkiye'nin politik sorunları üzerine yazdığımda, Öymen'in dikkat çektiği hususları işaret ettiğimde Türkiye'deki basın olayı manşetlere taşıdı. Şimdi Öymen söylediklerini inkar ediyor ve bir düzeltme yapmaya çalışıyor. Teyp bandı iyi ki elimde .... Aşağıda kendisiyle Ankara'da CHP Merkezsinde İngilizce olarak yaptığım görüşmenin tam metnini bulabilirsiniz.

Kendiniz karar verin.

Soru :Amerika'da herhangi bir yerde başörtülü kadınların dini görüşlerinden ötürü Üniversiteye girişi engellenmiş olsaydı buna karşı çıkılırdı.

Cevap:Tabii ki, çünkü sizde islami bir tehlike sözkonusu değil. Böyle bir uygulamanız yok. Eğer hintli öğrenciler kendi geleneksel giysilerini Üniversitelere girilte kullanmış olsa, bunu bir tehlike olarak addetmezdik. Ama, Türkiye'de bir dini sembol olarak kullanırsanız, bu farklıdır. Örneğin, neden Nazi giysileri, üniformaları Almanya'da yasaklanmıştır? Almanya demokrasi değil mi? Bu tür üniformaları neden yasaklıyorsunuz? Çünkü bu nazizmi canlandırma yoludur. Farkı görüyorsunuz.

Soru: Yani, başörtüsünü Nazi ile eşleştiriryorsunuz...

Cevap: Tabii ki, evet. Sadece başörtüsü değil, dini inanca veya siyasete dayalı herhangi birşey, dinsel veya ulusal bir sembol manasındadır. Örneğin Hitler, Hitler taraftarları siyah gömlek giyer ve kendilerine "siyahgömlekliler" derdi. Yani, bir Nazi sembolüydü. Mussolini zamanında, taraftarları kahverengi gömlek giyerdi, bu giyenler Mussolini taraftarıydı. Böylece, sadece otoriter sistemlerde böyle şeyler vardır. Demokrasilerde yoktur. Batı toplumlarında bir politik felsefeyi veya dini inancı insanların giyim kuşamlarına bakarak belirlemezsiniz. Türkiy'de bunu yapmay açalışıyorlar. Bunu öyle bir yapıyorlar ki, mesele sadece baş örtmek değil, belirli bir partiye ait bir örtünme biçimi şeklinde tezahür ediyor. Anadolu kadınının örtünme biçimi değildir bu. Hiç ilgisi yok bununla, tamamen ilgisiz, bu 20-30 yıllık bir örtünme biçimi. Başını bu biçimde bağlayan bir kişi bile yoktu. Yani, iktidar partisinin bir sembolüdür, veya doğruyu söylersek, bir dini inanç sembolüdür. Ve, Lübnan'dan ithal edilmiş bir biçimdir. Asıl Lübnan'da kullanılmış ve sonra Türkiye tarafından ithal edilmiş bir tarzdır. Başbakan kendisi de söyledi, bir sembol dahi olsa, ne olur. Yani, bir sembol olduğunu kabul ediyor.

Soru: Fakat, milyarlarca insanın dinine dayandığına göre, nasıl olur da siyah veya kara gömleklilerle irtibatlandırmaya....

Cevap: Tabii egzajere edildiğini düşünebilirsiniz. Olabilir. Muhtemeldir. Fakat başlangıçta, Hitler bir siyasi parti olarak seçilmişti. %44 İle seçimlerin galibi oldu, Nazi olmayanların oyunu da aldı. Fakat, ülkeyi otoriter bir sisteme, totaliter bir sisteme dönüştürdü ve sonuç milyoınlarca insanın mahvına kadar gitti. Bizim iktidar partimizi bugün Hitler'le muhayese edemem. Tabii ki olmaz. Fakat, sorun, iktidar partisisin her daim demokratik olup, olamayacağı. Fark da burada zaten. Hitler bunu politik veya ulusal bir ideolojiyle yaptı. Şimdi, bizim ülkemizde, bunu islami bir arkaplan için denemekteler. Gazetelerimize iyi bakın, bakanların bir tek hafta bile dinden bahsetmedikleri bir olay bulamazsınız.

at:http://media.mcclatchydc.com/smedia/2008/04/22/15/Oymen-interview-headscarfs.source.prod(underscore)affiliate.91.mp3Dion Nissenbaum covers the Middle East for McClatchy Newspapers. E-mail him at dnissenbaum@mcclatchydc.com.© 2008, McClatchy-Tribune News Service

Çeviri bendenize aittir

Birsen şahin

Etiketler:

Çarşamba, Nisan 23, 2008

Genç Siviller/Derin Devlet Sempozyumu


Etiketler:

Kendime Konuşmalar 34


Söğüdün dalları yüzüme sürünür; eğilmiş, el pençe divan huzurunda/kaçan olmuş mu? Her kim ki kaçtığını varsayar, aldanmıştır, böcek gibi her yerini sarmalayan rüyalara…

Hiç mi hiç sevmedim o ezikliği, çaresizliği, birinin varlığına muhtaç olmayı, onda varolmayı, nefesini nefes bilmeyi, canını can..Yine de, kaçabildik mi aşktan? Hep kendi kendimize var etmedik mi köleliği? Hep başkasında varolmak olmadı mı köleliğimiz?

Ah! Gerçekliğim!!!

Beni bende görememenin arsızlığı…

Neydi öcünü almaya çalıştığım? Beni sende görmeye iteleyen? Neyin üstünlük yarışında, kendi iradesine yenilmişliğin yüzleşmesiydi… Bu kadar mı acz içinde geçti gençliğim? Bu kadar mı saf ve hebennekalık içerisinde yaşamalıydım diriliğimi?

Ya bir de bunları yarım asırlık çınar olunca yüzlemek? Ya buna ne demeli? Ne çok acıtır içimi gerçeğim…Ah! Bir bilseniz…
Birsen Şahin

Etiketler:

Pazartesi, Nisan 21, 2008

Bütün Çocuklarıma

“Cumhuriyet’in kuruluşundaki amaç, ulaşmak istediği düzen, bugün Batı ülkelerinde görülen çoğulcu demokrasiydi. Atatürk bu amacı taşıdığını Hasan Rıza Soyak’a şu sözlerle anlatır : ‘Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu memlekette birgün –eğer dünyada hükümdarlık aleyhine gittikçe kuvvetlenen akımlar karşısında kalanlar varsa – padişahlığa taraftar olanlar dahi bir parti kursunlar’. Atatürk’ün sağlığında bu amaç gerçekleşmedi. Çünkü dünya, 1930larda büyük çalkantılar yaşamaktaydı. Üstelik Devlet yeni kurulmuştu. Ama bugün? Bugün Cumhuriyet’in 64. yıldönümünde, hem Atatürkçülükten söz edip hem de yasakçılığı tek yol olarak görmek, Cumhuriyetçilikle nasıl bağdaşmaktadır?”
Uğur Mumcu/ Cumhuriyet, 29 Ekim 1987



Uğur Mumcu öldükten sonra bir daha hiç Cumhuriyet almadım. Biliyordum ki, gençlik yıllarında karşı çıkmasa, gönlünü kırmak istemese de Uğur Mumcu hiçbir zaman İlhan abisi gibi düşünmedi. Uğur Mumcu, Atatürk’ün, çağdaş uygarlık derken çoğulcu demokrasiyi kastettiğini biliyordu. Hatta zaman zaman “Aman İlhan abi duymasın” gibi şakalaşmaları da oluyordu gazetedeki arkadaşlarıyla.



Hatta Nadir Nadi dahi İlhan Selçuk ile aynı düşünceyi paylaşmıyordu. 10 Kasım 1984 tarihli Cumhuriyet’teki başyazısında şöyle belirtir bu farkı:

“Yirmibeş yıl kadar önce bir gün bir Devlet sorumlusu ile görüşüyorduk. Tartışmamız uzun sürdü. Biz hükümetin davranışının, ne Atatürk ilkelerine, ne de demokrasiye yakıştığını savunuyorduk. Bir aralık sinirlenen o Devlet sorumlusu ünlü kişi bana dönerek :
-Sanki Atatürk zamanında bizde demokrasi var mıydı? Gibilerinden bir çıkış yaptı. Böylece beni mat ettiğini sanıyordu.

Tek parti döneminde gerçekten ülkemizde çağdaş anlamıyla demokrasi yoktu. Kendisine kısaca:
-Atatürk kendi döneminde demokrasinin önkoşullarını hazırlıyordu! Dedim. Yanıt bulamadı.”



Daha böylesi yüzlerce örnek bulunur kayıtlar ve kitaplar karıştırıldıkça. Bu yaşanmış gerçeklerden ötürü ne Baasçı(Hafız Esad, Saddam) ideolojisinden hala vazgeçmemiş İlhan Selçuk gibi tarihi çarpıtarak yazan bir yazar bu memleketin gençlerine bir fayda sunabilir, ne de Doğan Avcıoğlu’nu hatırlatan zihniyetiyle (ki, rahmetli Avcıoğlu hiç olmazsa kaybettiğini görüp, köşesini çekilmişti) Rahşan hanım sözde Bursa Nutkuyla bugünün çocuklarının ufkunu açabilir/daraltabilir. Atatürk’ün Bursa Nutku diye anılan söylem, ne Bursa gazetelerinde yayınlandığına dair bir kanıt taşır, ne ulusal basında bir kaydı vardır, ne de o gece Çekirgedeki Atatürk Köşkünde bulunan kişilerin bir kısmı bunu doğrulamaktadır. Atatürk’ün ölümünden 9 sene sonra ortaya çıkmakla birlikte çevresindeki kişilerde dahi yazılı kaydı bulunmamaktadır(Yıllar sonra Rıza Ruşen Yücer tarafından ortaya atılmıştır). O gece orada bulunan birkaç kişinin şehadetine dayanarak doğruluğu yıllar sonra Mahkemece tescillenmiş olmakla birlikte, yıllardır hala vicdani muhalefet sürmektedir. Çünkü aynı masada bulunanların bir kısmı da ısrarla böyle bir olayı reddetmektedir. En üstte Atatürk’ün kalın yazıyla yazılmış sözlerini alın ve sözde Bursa Nutkuyla yan yana getirin bakalım, ne hissedeceksiniz? Kaldı ki, Atatürk hakkında Tek Adam ile en güzel eserlerden birini bizlerin hizmetine sunmuş (bendeki çok eski bir baskıdır) Şevket Süreyya Aydemir’de dahi böyle bir kayıt yoktur. Ayrıca, biliyoruz ki, Atatürk’ün onuncu Yıl Nutku üstelik kendi sesinden tarihimizde kayıtlıdır. Bursa Nutku da olmuş olsaydı, bizden mi esirgeyecekti kayıt altına aldırmayı? Kimseyi kandırmayalım lütfen!

Bence yaşını tamamlamışlar artık kenara çekilsin ve gençliğin önünü açsın. Bu ülkenin çocuklarını kimse birbirine düşman etmesin, onların hepsi bu vatanın sahibi. Nasıl düşünürse düşünsünler; biz bu vatanı onlardan ödünç aldık ve yine onlara bırakacağız. Hiç olmazsa bıraktığımız zehir olmasın.

Bu vatan sizin evlatlarım. Burada hepiniz birbirinizi anlamaya çalışarak yaşayın ve geleceğinizi aydınlık, müreffeh kılın. Bizler geldik, gidiyoruz. Kendi adıma, sizlere sadece kesinleşmiş doğruları yazacağıma ve bildiklerimi size tarafsız bir gözle aktaracağıma yemin ederim.

Bütün çocuklarıma sevgimle,

Birsen Şahin
21 Nisan 2008

Pazartesi, Nisan 14, 2008

Güle Güle Barış Gelini/Güldünya

Pippa Bacca Tıklayınız

Etiketler:

Kendime Konuşmalar 33






Deniz kıyısında ayaklarım, bir gelip, bir giden sulara değdikçe, yeni baştan kurulan oyunlar da vurur yüzüme. Hangi birinden kaçayım?

Kumsaldaki suyun tatlı hışırtısı kulağıma bir keman konçertosu ve ayaklarıma serinlik/olur da bir denizanası vurursa kıyıya, biliyorum ki ölmüştür yaşam! Temizle ayaklarımı enginlik, bütün kirlerimden arınayım...

Kaçamadığım gerçeğim hep bir şamar yüzümde/kaç zamandır aynı oyun kurulmakta düzende? Başlangıçta yeni bir güneşti penceremde, mavi mavi enginlere, sonra tek kişilik oyunun padişahı çıktı perdeye/yıktı viran eyledi perdeyi ve tozu dumana kattı alemde! Ne geçmiş bıraktı, ne gelecek ninemde...

Olmadı! Sil baştan!.. Bu kez de hep beraber oynayalım sahnede/kim yedi zokayı?..

Baktı elden gitmekte başrol, sahne yenilendi/ oyuncular selam durdu şefe...Kimi darağacında çağları deldi, kimi oturdu tahtına... Yine yol göründü ceddime!

Bir daha dener gibi olduk insanlığı, yine kuruldu sahne/desene hep aynı hengame...

Kaç can yok oldu bir özgürlük uğruna?..Hesabı tutan var mı?

İşte yine aynı oyun, yine sahnede...Ayaklar baş olacak korkusu sarmış ya antenleri, bilmeden başlarına geleceği dökülmüşler yola...Daha kaç sabah aynı perde kalkıp inecek gözlerimin önünde?


Birsen Şahin








Etiketler:

Kendime Konuşmalar 32



Yüzüne bakmaya doyamadığım zamanlar...Bir var, bir yoksun/sen misin beni bunca kanatan? Derinim kanıyor her yüzüne baktığımda. Biliyorum ya gideceğini/ya da birgün benim gideceğimi, yolun sonunun asla gelmeyeceğini ve her daim yeni ufuklar arayacağımı/ya da senin hep uzaklara baktığını...Her yüzüme baktığında, gözlerimin derininde uzakları keşfettiğini ve ben sana ermeye çalıştığımda hep aynı derinlikleri gördüğümü, senin ulaşılamazlarında kaybolduğumu/hep biliriz ya, bütün yeminlerin boş olduğunu... Benim sensiz de yaşayabileceğimi ve senin bensiz de hayallerine sarılacağını...

Hep biliriz de, neden illa da tutmaya çalışırız zamanı? Sanki donduralabilirmiş gibi tik takları...

Vazgeçmeliyiz kendimizi kandırmaktan. Sen yoluna gideceksin ve... ben yoluma... Birgün hiç olmamışcasına yeni yeni kuyular bulacağız kendimize.
Yine de, bugünden, ne zor kabullenebilmek yarının umut olacağını... Yarına tutunabilmenin öznesi mi bugün sana varışlarım?

Ne sen bakacaksın ardına, ne ben...Öylece gideceğiz işte birgün. Sanki hiç olmamışcasına yaşam!

Birsen Şahin


Etiketler:

Cuma, Nisan 11, 2008

T/Akla

Yaşı elliler civarında olan birçok arkadaşım Hasan Fehmi Güneş adlı milletvekilini ve “Bakan düşüren kadın” lakabıyla anılan Aynur Aydan isimli hanımı hatırlayacaktır. Konuyu bilmeyen arkadaşlara da internette arama yapmalarını tavsiye ederim.

Bizim kuşak bu konuda çarşaf çarşaf yayınlanan haberlerle allak bullak olmuştu. Öyle ya, memlekette ilk defa bir adam eşini aldatıyordu; ya da, memlekette ilk defa bir milletvekili eşini aldatıyordu.

Kesinlikle böyle bir aldatmayı savunacak değilim. Her şeyden önce böyle bir ilişkiyi ahlaki bulmam, eşe karşı sahtekarlık olarak addederim da ondan ötürü. Ancak, acaba kaç erkek “Ben eşimi hiç aldatmadım” diyebilecek cesareti gösterebilir? Çünkü, bizde aldatabilmek bir erkeklik göstergesidir. Sözüm kimsenin şahsına değil, genele bakıyoruz. Elbette farklı insanlar da mevcut, ilkeli insanlar da mevcut.

Her neyse; beni ilgilendiren kimsenin özel hayatı değil. İnsan emekli olunca, biraz da mürekkep yalamış, iyi bir okuyucu ve meslekten gelen araştırmacı tarafı da varsa, işin perde arkasını da araştırıyor.

Hatırlar mısınız? Hani 2001 yılında Kanal D’de yayınlanan Fatih Altaylı’nın Teke Tek adlı programında bu hanım arz-ı endam eylemiş ve zamanında Hasan Fehmi bey ile ilişkisinin resmedilmesi için “Hafta Sonu” adlı Gazete ile anlaştığını gözlerimizin içine baka baka söylemiştir.

Haydi izini sürelim bakalım bu olayın perde arkasında ne var?

Görünen ve yakın zaman dilimine baktığımızda, Hasan Fehmi Güneş beyefendinin İçişleri Bakanlığı döneminde izlettirdiği ve CIA ajanı olduğunu düşündüren özelliklerinden dolayı Robert Alexander Peck adlı bir ABD vatandaşını Amasya'da yakalatarak sınır dışı etmesidir. Çünkü Peck Türkiye’nin özellikle Alevi-Sunni, Türk-Kürt gibi meselelerini sorgulamak adına birçok ilimizde, birçok kurumla, toplulukla ve zaman zaman da bireysel olarak araştırmalar yapmış ve bu karşıtlıkların Türkiye’yi ne zaman kamplaştırmalara götürebileceğini sorgulamıştır. Her ne hikmetse, Peck Kıbrıs’ta akredite olmasına rağmen, bizzat Türkiye’de görev yapmaktadır.

Hükümet düştükten sonra Peck’in tekrar geldiğini hatırlatalım.

Görünmeyen yüzüne gelelim. Rahmetli Ecevit MİT’ten hiç bilgi alamıyordu. Yasayla Başbakana karşı sorumlu olan –zaten gördüğünüz gibi yasa da bir tuhaf; ne demek sorumlu? Neden bağlı değil?- MIT Başbakan’a bilgi vermiyordu, zaten başına da genellikle askerler getirildiği ve içinde çalışan adamlar da geçici olarak görev yapan subaylar olduğu için, bunlar tabii ki, terfilerini kim yapacaksa, o kuruma bilgi veriyorlardı. Bu bir Devleti yöneten Başbakan ve Dış İşleri Bakanlıkları gibi, muhtelif stratejik bakanlıklar için oldukça vahim bir durumdur.

Hasan Fehmi Güneş, özel hayatı ne olursa olsun, bu iki başlı sistemi yenileyip, gerçekten muhteşem bir yenilik planı içindeydi. Hatta bu konuda çok büyük hazırlıkları da oldu. Bu hazırlıklar aşamasında Hasan Fehmi Güneş’e bir komplo hazırlandığı bilgisi bir müsteşara ulaşır, o da alıp bu bilgiyi zamanın Enerji Bakanına götürür. Zamanın enerji bakanı, aynı hükümetteki bakan arkadaşına nasıl mı hizmet ediyor? Bilgiyi sümenaltı ederek.

Hay Allah! İnsanın aklına ne korkunç şeyler geliyor! Yoksa o da mı?....

Amerikan Mandacılığı ne zaman bitecekyahuuuu!

Kim mi? Parmağım acıdı yazamayacağım efendim…


Not: Bilgi için internet araştırması da yapabilirsiniz, ünlü gazetecilerimizin yazdığı kitapları da baz alabilirsiniz.

Birsen Şahin

Etiketler:

Perşembe, Nisan 10, 2008

Google Groups'a da Mahkeme Kararı!

Cuma, Nisan 04, 2008

Matruşka

“İki yanı keskin bıçak, kimin karnına girerse girsin, acıtır.”
(Derin Devlet/Cüneyt Arcayürek)

Bülent Ecevit, 17 Nisan 1990/Cumhuriyet

“Özellikle 1977 yılında çok ilginç bazı olaylar oldu. Bunların en önemlisi kuşkusuz, 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda 30u aşkın insanın ölümü ile sonuçlanan olaydı. Bu, gözler önünde yapılan bir kışkırtmanın sonucu çıkmış bir olaydı. Kışkırtmanın nereden, kimlerden geldiği, herkesin gözleri önünde cereyan ettiği için belliydi. Ve, ciddi olarak üstüne yüründüğü takdirde bu olayın sorumlularının, kışkırtıcılarının mutlaka ortaya çıkması gerekirdi…”

O dönem muhalefet partisi başkanı olan Ecevit, araştırma komisyonunda dahi sonuca ulaşamıyor ve dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bildiriyor. İktidardaki Demirel bunu reddediyor.

Aynı Ecevit, iktidar olunca konuyu gündeme getiremiyor.

Başlangıçta kontrgerilla diye adlandırılan örgüt, daha sonra “Özel harp Dairesi”, sonra da “Özel Kuvvetler Komutanlığı”na dönüştürüldü. 2006 Yılının YAŞ’ından sonra da Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı kolordu düzeyine çıkarıldı.

Yani, 1950li yıllarda CIA maddi ve manevi desteğiyle kurdurulan “Gladio”, soğuk savaş dönemi bittiğinden ve muhafazası resmi görevlerin dışına çıkmaya başlamasından ötürü, 2006 yılında ilk kez mi yerlileşiyor???

Bu arada ülkemizde onlarca aydın kuşkulu biçimde ölüyor ve biz bunların nereye uzandığını aydınlat/a/mıyoruz!

“Türkiye’de Özel Harp Dairesi var. Bunların CIA emrinde olduğunu, birçok provokasyonda olduğunu biliyoruz. Uğur Mumcu’nun öldürülmesine benzer birçok cinayet profesyonelce işlendi. Bu cinayetlerin Özel Harp Dairesi’nin marifeti olduğunu biliyoruz…” Necmettin Erbakan/henüz iktidarda değil.

1996/Susurluk kazası ve Erbakan iktidarda. Erbakan konuşur “Susurluk Fasa fiso”!

Son yazı dizisinde bu konuyu Cumhuriyet’te yazmaya başlayan Uğur Mumcu neden öldürülmüş olabilir?

Kontrgerillayı 1973-74lü yıllarda ilk duyuran Ecevit, 1990’da bir gazeteye şu demeci verdi:
“1974’teki başbakanlığım sırasında…..zamanın Genel Kurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Semih Sancar Başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon istedi. Benden istenen miktar örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı. Genelkurmay’dan bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. Sancar ‘Özel Harp Dairesi’ için istiyoruz, dedi”.

Şimdiye kadar bu dairenin giderlerinin nereden karşılandığını soran Ecevit cevabını aldı: ABD! (Konunun o zamanlar ÖHD başkanlığını yapan Kemal Yamak Paşa ile ABD arasındaki anlaşmazlıktan ve pazarlıkta uzlaşamamaktan kaynaklandığını Cüneyt Arcayürek’in Derin Devlet adlı kitabından okuyabiliriz. Özel Harp Dairesinin nerede olduğuna soran Ecevit, Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada olduğunu öğrenir.

ÖHD ile MHP yakınlığının açıklamalarını bahsettiğim kitabın 40. sayfasının son paragrafından okuyabilirsiniz.

Ecevit’in Yıkıldığı An(Oeparsyon Ergenekon/Şamil Tayyar/Sayfa 273)
“…Ecevit Başbakan, Erbakan Başbakan Yardımcısı. Türkiye Kıbrıs Barış Harekatını gerçekleştirmiş, tüm dünya ayakta. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger, Ecevit’i arıyor: ‘Harekatı başlattınız, başarılı da oldunuz. Ama buraya kadar. Hemen ateşkes ilan edin. Zaten Genelkurmay Başkanınız az sonra size ateşkes teklifiyle gelecek..” Ecevit ciddiye almıyor.“……Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra içeriye Genelkurmay Başkanı Semih Sancar giriyor. Elinde ‘ateşkes teklifi’ var. Ecevit’in nutku tutuluyor.”

İnsan bir yıllık maaşının bir aylığını kitaba yatırırsa neler öğreniyor! Piyon olduğumuzu! Birilerinin sahneye bir oyun sürdüğünü ve bizi de bu satranç oyununda piyon olarak kullandığını. Şimdi yakın geçmişime baktığımda hemen gözümün önüne AKP’nin 1 Mart tezkeresi ve meşhuuuur medyamızın “eyvah, ABD ile köprüleri atıyor bunlar” diyerek (örn Tuncay Özkan ve Cüneyt Arcayürek TV programı).

Geçen günlerde Cheney geldi. O gelmeden daha kargaşa başladı. Sonra kargaşa daha da büyüdü. Ortadoğu’da denge değiştirme oyunları var, hükümet Afganistan’a muharip güce soğuk bakıyor. Asker de öyle. Bu arada 2006 YAŞ’da yukarıda bahsettiğim gibi malum kurum Genelkurmaya bağlandı.

Peki, bu durumda ne olacak? CHP ve MHP ortak hükümet mi kuracak? Eh, o zaman ben de “acaba bunlar mı anlaştı ABD ile?” diye düşünmeden edemiyorum. Yoksa, başka bir oyun daha mı var? Hani, güya karşı gibi görünüp, aslında yanında yer almak gibi.

Bildiğim tek gerçek, eğer geniş bir paket ile hem özgürlüklerin önü açılıp, hem de parti kapatmalara Venedik kriterleri uygulanırsa, AKP ve DTP kapatılmaz ve Türkiye kendi sorunları çözerek, aslında daha da emperyal olarak yoluna devam eder ve sosyal haklar konusunda AB değerlerine yaklaşırsa, Türkiye büyüyerek yoluna devam eder. Çünkü, laik, demokratik, sosyal hukuk Devleti olmak yolunda büyük bir adım atar. Eğer farklı bir senaryo uygulanırsa, bu Türkiye’nin Suriye, İran, Çin, Rusya eksenine girmesi demektir ve bu bizi korkunç bir noktaya getirir.

Ben tarafsız ve iyi gözlükle bakmayı seven bir insanım. Bir yol bulunur ve anlaşmaya varılır, fazla hasar almadan yola devam edilir diye umuyorum. Çünkü “ayak takımının” bazı gözü dönmüşlerden daha aklı selim vatandaşlar olduğunu ve bugüne gelirken bu zaman dilimini birlikte yaşamış insanlar olduğunu düşünüyorum.

Birsen Şahin

Kaynak 1 Derin Devlet/Cüneyt Arcayürek
Kaynak 2 Operasyon Ergenekon/Şamil Tayyar

Etiketler:

Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11