“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Pazar, Şubat 26, 2006

Barcelona'lı Eto'o'nun Tepkisi

(Aanvaller = Forvet, hücum oyuncusu)


Barcelona-Zaragosa maçı vardı bu akşam NTV'de canlı yayında. Maçın yetmişbeş dakikası boyunca, bu maç bir hafta böyle oynansa, iki taraftan hiç biri gol atamaz, düşüncesi yarattı izleyicide. Her iki tarafın da teknik direktörü heyecan içerisindeydi. Rijkaard, tıpkı Cruijf gibi yenilmezler arasına girmek arzusundaydı, Zaragosa teknik direktörü de Rijkaard gibi bir ismi yenmenin peşindeydi.

Maçın son onbeş dakikasında, bir futbolda, bir spor karşılaşmasında olmaması gereken bir şey oldu; Zaragosa taraftarları, top Barcelona'lı oyuncu Eto'o'ya geçer geçmez ırkçı tezahüratlarına başladılar. Eto'o Kamerun'lu, siyahi bir oyuncu. Kendisine yapılan maymun sesinden haklı olarak alındı ve sahayı terk etmeye vardırdı işi. Kim olsa bunu yapar. Eto'nun davranışını kimse "duygusal yaklaşım" gibi uyduruk yorumlarla aşağılamasın. İnsanlar o sahaya kimliklerinden arınarak, bir klübün oyuncuları olarak çıkıyorlar. Eğer onlara renklerini, ırklarını hatırlatırsanız ve bunu bu denli aşağılayıcı bir biçimde yaparsanız, son derece haklıdırlar tepkilerini vermekte.

Arkadaşları Eto'o'yu ikna ettiler ve Eto'o oyunda kaldı. Çıkmış olsaydı eğer, sanırım tarihe geçerdi. İlk kez yeşil sahalarda, böyle bir davranış karşısında, bu biçimde karşı protesto yapılmış olurdu.

Tanrının adaleti gecikmedi. Son derece heyecansız biçimde sürmekte olan maçın son on dakikası Barcelona'nın attığı gollerle şenlendi. Zaragosa'lılar yanlış hesap yaptı. Yanlış hesap da Bağdat'tan döndü. Yaptıklarıyla kendi oyuncularının motivasyonunu bozdular. Motivasyonu bozulan oyuncuları penaltıya sebep oldu.

Eto'o'ya yapılan bu davranışı ben de bu köşeden protesto ediyor ve Barcelona'nın son on dakikalık maçını da alkışlıyorum.

Elbet İspanya ligi bu ayıbı kendi içerisinde değerlendirecektir. Fakat, FİFA başkanı nerede? Bu olaya tepkisini verecek mi? Hep birlikte gözleyeceğiz önümüzdeki günlerde. Eğer ses soluk çıkmazsa, gerek Türkiye'ye, gerekse Afrika'lı oyunculara FİFA'nın gösterdiği duyarsızlığı da bizler protesto etmeliyiz. Bu oyunlara dur denmeli.

Dünyada yaşanan da bir oyun değil mi? 2000 Yılı bütçesi 1,6 katrilyon Amerikan Doları açık veren ABD, çözümü Irak'ın petrollerinin kontrolünü ele geçirmekte buldu, attığı iftiralarla. İftiralar açığa çıkınca ve kendi başı da sıkışınca; çünkü ABD'de de annelerin yüreği sızlıyor, gidip de dönemeyen evlatlarından dolayı, Irak'ta kutuplaşma yaratarak Irak'ı kaosa sürükleme derdinde. Orada kaos sürdükçe, kendi elleriyle getirip, kondurdukları maşalar, çok rahat onların lehine "iş"ler yapabileceklerdir.

Irak'ı böyle karıştırdılar da, rahat mı duruyorlar? Bütün Orta-Doğu'yu kan gölüne çevirme hevesindeler. Şimdi de İran'ın üzerinde baskı kurma uğraşındalar.

Umarım Tanrımın adaleti fazla gecikmez!

25/02/2006
Birsen Şahin

Cuma, Şubat 24, 2006

İntam Binaları Yerle Bir!






Koca koca binalar nasıl da çöktü? Dürüm dürüm dürüldüler sanki! Çekirge’nin orta yerinde bir yıkım; yüz karası. Öyle ya, Çekirge dendi mi, Bursa’nın sosyetesi gelir akla. Hani son zamanlarda bir Bademli de yapıldı zenginler muhiti olarak ama, orası bayağı bir karışık. Fakat koca binaların yıkıldığı yer, gerçekten Bursa’nın bayağı bir kalburüstü kesiminin yaşadığı yer.

Yıllar öncesine gitti aklım. Ben Bursa’lıyım, gerçekten Bursa’lı yani, hani şöyle böyle ben beşinci, oğlum da altıncı kuşak Bursa’lı olacak kadar eskiyiz. Her ne kadar hayatımın bir bölümünü yurt dışında geçirmiş olsam da, neticede bir Bursa’lı olarak, nerelerin kaya zemin, nerelerin su zemin, nerelerin yumuşak toprak zemin olduğunu bilirim, ailem de bilir. Bir çok eski Bursa’lı da bilir.

Daha benim gençlik yıllarımda yapıldı bu binalar, yani, öyle çok eski falan da değiller anlayacağınız. Ama dün gibi hatırlıyorum ki, binaların yapılacağı yer dağlık yerden oyuldu ve maalesef ki, bu dağlık yer dediğim alan da kaya zeminli bir dağlık yer değildi, tamamen toprak zemindi, oraların yeşili, ağacı budandı yok edildi, inşaat alanı açıldı. Yeşil kaybolunca, toprağı ne tutacak ki? Hele bir de arada böyle sellerin götürdüğü bir Bursa’da, su katıp önüne, götürmez mi, ne var ne yoksa? Doğa çarpık yapılaşmanın, yersiz kentleşmenin ve kendi bağrından sökülüp alınan yeşilin öcünü aldı, ne yazık ki.

Hangi birine yanayım? Onca insan evini barkını kaybetti, buna mı yanayım? Onca milli servet yok oldu, buna mı yanayım? Arka tarafındaki binaların temelleri sarsıldı, buna mı yanayım? Hatta ne sarsılması, televizyonlarda izlerseniz ve dikkat edebilirseniz, üst caddenin temellerinin altında da toprak kaymış. Yani, orada bulunan binalarda oturmak da son derece sakıncalı, çünkü…….

Şimdi oturup düşünüyorum, bir zamanlar da düşündüğüm bu konuyu ve insanların bu aymazlıklarının nerede son bulacağını merak ederek, düşüncelerimde sorular soruyorum kendime, cevaplarını bulamadığım.

Biliyor musunuz? Yıkılan binalarda oturanların büyük çoğunluğu eğitimli kesimdir. Yani, eğitim derken Üniversite demek istiyorum. Üniversite mezunu olacaksınız, satın almak istediğiniz binanın çevresini dolaşmayacaksınız; istinat duvarının binaya çok yakın olduğunu görmeyeceksiniz; istinat duvarına baktığınızda, hemen üzerinizde başka apartmanlar göreceksiniz ve kendinizin neden bunlardan bu kadar aşağıda olduğunu görmezden geleceksiniz; buraların bir bina yapımı için neden bu kadar oyulduğunu sormayacaksınız?
Bu binaların altları dükkan, bu binaların kolonlarının ne sıklıkta olması gerektiğini araştırmayacaksınız?

O bölgenin altı tamamen sudur; hani, meşhur Bursa kaplıcaları Suyu. Sulak alana yapı konduramaz mısınız? Tabii ki kondurursunuz, eminim ilim bunun da çözümünü bulmuştur. Ama, ilimden uzaklaşıp, babadan kalma usullerle ve kafayla yaptığınız binaların çöktüğünü gördüğünüzde de şaşırmayacaksınız.

Bursa’nın İstanbul yolu üzerinde bir gökdeleni vardır: Buttim. Orası da sulak alan üzerine yapılmıştır. Muhitin adı Küçükbalıklı, adıyla müsemma yani, balıklı, sulak alan. Ama, Buttim çökmeyecektir, bizden daha fazla ömrü olan kuşaklar bunu görecektir. Çünkü inşaası babadan kalma usullerle yapılmış değildir.

Eğer memleketim vatandaşı bir gayrimenkul satın almaya kalktığında, “lüks muhit, iyi çevre, havası var” demeden önce, binanın konumuna bakarsa, binanın oturduğu zemini soruşturursa, o zaman binalarını satamayacak olan müteahhitler de böyle binalar yapamayacaktır.

Gördünüz mü? Depreme hacet yok ülkemde, koca koca binaların yıkılması için.

Bir Bursa’lı olarak çok üzgünüm.

23/02/2006
Birsen Şahin

Çarşamba, Şubat 22, 2006

Sevgimi Kaybettim : Hükümsüzdür!

Daha ufacık yaşlarda başladı yarışım, anaokullarında; hangi çocuk daha iyi iletişim kurabiliyorsa o öne çıktı, ben daha gerilere atıldım. Ne ailemin zamanı vardı, ne de öğretmenlerimin, bunun kökünü arayıp bulmaya. Akşamüzeri annem beni okulumdan aldığında, deli gibi yemek telaşına girişirdi. Babamsa eve gelir gelmez, gazetesini alır eline, yemek hazır oluncaya kadar anneme arada emirler de yağdırırdı; yorgunluk kahvesi yapardı annem ona bir taraftan akşam yemeğini hazırlarken. Ben ise babamın dizinin dibine oturur, beni fark etmesini beklerdim beyhude.

İlk Okula gittim sonra, çalışkanların en öne, tembellerin en arkaya oturtulduğu bir düzende, çabaladım sınıf geçmeye. Ne öğrendiğimin pek önemi yoktu, aslolan sınıf geçebilmekti çoğunlukla. Bir de okul bitiminde yarış atına döndürüldüğümüz sınav sendromu vardı. Bütün arkadaşlar birbirimizle yarışır olduk. Daha dün birlikte oyuncaklarımı paylaştığım, hep birlikte sokakta oynadığım arkadaşlarımın hepsi artık bana düşmandı, ben de onlara. Öyle ya, bir köşe kapmacaydı bu. Herkes puanına göre bir okula gidecekti. Yeteneklerim ise kimsenin umurunda değildi.

Sonra Lise derken, geldim “Üniversite Sınavı” denen o en korkunç yarışa. Artık daha da büyümüştük. Erkek arkadaşlarımız vardı, kız arkadaşlarımız vardı. Düşünün ki, erkek arkadaşım ile de yarıştaydım, hayatımda o an için en değer verdiğim varlık ile yarışa girmiştim. Yarışmak zorundaydım; çünkü elenenler meslek sahibi olamayacak olanlardı, bize empoze ettiklerine göre. En kötüsü bu sanırdım, yani, erkek arkadaşım ile olan yarış sanırdım. Meğer bu da değilmiş en kötüsü.

Üniversite bitince, bu kez de başka bir yarış başlatıldı hayatımda, bana hiç danışılmadan yine. İşe girme, kariyer edinme yarışı. Kimisi memur oldu akranlarımın, kimisi özel sektörde bir iş buldu. Memur olanlar, girdikleri yerin amiriyle iyi geçinmek zorunda bırakıldılar, sürüden ayrılanı kurt kapar teranesi altında, gördükleri yanlışları kimselere rapor edemediler; öyle ya, bir de memuriyetten olmak vardı sonunda. Özel sektör deseniz ayrı bir amazon ormanı. Oraya elinizi bir kez verdiniz mi, bir daha bedenini kurtarabilene aşk olsun. Eğer ilerlemek istiyorsanız, zaman mefhumunu tanımayacaksınız. Sadece “iş” olacak hayatınızda; “özel hayat” denen kavramı tanımayacaksınız artık, yok çünkü. Sabah erkenden işe gideceksiniz, ama akşamın kaçında çıkacağınız belirsizdir.

Evlenmeye gelince sıra, malum kendinize, işinize, paranıza yakışır bir eş bulmalısınız, yine bu yarıştan çıkmış ve sağlıklarından endişe duyduğunuz bir sürü genç arasından. Zaten sizde de hayır kalmamıştır artık, siz de kıyma makinasına girip, öğütülmüşlerden birisiniz.

Komşuluk ilişkileri mi? O da ne? Ben yanımdaki dairede oturanı tanırım işte, ama alt katlarda oturanlar arada bir merdivenlerde karşılaşıp, selamlaşıyorum işte, hani, bir çok insanın yapmadığı şeydir bu yaptığım.

Gördünüz mü? Bir de çocuk oldu şimdi. Annemin benim için hazırladığı yolun aynısını çocuğum yürüyecek şimdi.
B e n c i l l i k! Y a l n ı z l ı k!

Sevgimi kaybettim : H Ü K Ü M S Ü Z D Ü R

Birsen Şahin
22/02/2006

Cumartesi, Şubat 18, 2006

Sağlık Kangreni Neden Çözülemiyor?





Yıllardır SSK hastanelerinde süründürülen hastalar, SSK hastanelerinin Devlet Hastanesi olması ile eski Devlet Hastanelerine hücum etti, haklı olarak. Çünkü yıllarca oradaki yoğunluktan ötürü iyi bakılamadığına inandı. Bir doktor günde 70-80 hastaya bakarsa, olacağı buydu tabii. Doktorlar ayrı isyanda, hastalar ayrı. Hangi birine acıyacağını bilemiyor insan.

Oysa emekli olduğumdan beri, mevcut hükümete kaçıncı elektronik posta gönderdim, eğer bunu çözmek istiyorsan kardeşim, ver bugün verdiğin maaşın on mislini, ama “Devlet kurumunda çalışan hekim, özel muayenehane açamaz, diye de yasa getir”, diye. Açan olursa diplomasını iptal edersin. Şimdi doktorların ayaklandığını görür gibi oluyorum hayalimde. Doğru, hiç kolay değil bu dediğim. İyi de, doktorların durumu hiç kolay değil de, hastaların durumu çok mu kolay zannediliyor?

Bugün Devletin herhangi bir kurumunda memur olarak çalışan biri, başka bir yerde çalışabilir mi? Diyelim buna yasayla izin verdiniz; bu durumda şunu düşünün, bir yerde 8 saat görev yapan ve görevini iyi yapan bir memur, daha kaç saat verimli çalışabilir? Demek birinden birinde, bu verimi feda etmek zorunda. Hangisinde feda edildiğini de okuyucular düşünsün artık.

Madem sağlık sistemini düzeltmek istiyorsunuz; o zaman bu işin kökünden başlarsınız. Böyle derme çatma düzeltmelerle yaptığınız, temeli olmayan binanın üzerine kat çıkmaya benzer. Yapılan da bu oldu zaten!

Aile hekimliği niçin yaygınlaştırılmıyor? Birileri bunun cevabını vermeli. Aile hekimliğini yaygınlaştırdığınız yerlerde, doktor hastasını daha iyi tanıyor. Hele bir de buralardaki hekimlere online bağlantılı bilgisayar sağlarsanız, aile hekiminin o hastaya dair girdiği veriler, hastanın gideceği herhangi bir sağlık kuruluşunda da bir “tık”la anında belirir. Tabii ki, şu vatandaşlık numarasını yürürlüğe sokmak kaydıyla! Bundan daha güzel bir altyapı düşünebiliyor musunuz sağlık alanında? Ayrıca, hastayı aile hekimi hastaneye sevk ettiği zaman, başı ağrıyan, dişi ağrıyan hastane kapılarında kalabalık etmez. Bugün görünen yoğunluk da oluşmaz hastanelerde. Hasta niçin kendi başına hastaneye gitmek zorunda bırakılıyor? Nasıl olur da, aile hekiminin sevk etmediği bir hasta, herhangi bir Devlet Hastanesinde kabul görür? Hasta kendi başına hangi birimin doktoruna görüneceğini bilecek kadar tıp eğitimini nerede aldı?

SSK emeklisi olarak gittiğim Çekirge Devlet Hastanesi’nde Genel Cerrahiden randevu alacağım gün, Kulak-Burun-Boğaz doktorundan da randevu istediğimde, işittiklerime inanamadım. Bendeniz SSKlı olduğum için, bir günde iki doktordan randevu talebim olamazmış, sistem ikinci girişi kabul etmiyormuş. İyi de efendim, zaten SSK Hastaneleri, mevcut SSKlılar için yeterli olmadığından açmadık mı bütün hastaneleri bütün çalışanlara ve emeklilere? Madem bir SSklı bir günde bir doktora randevu alabiliyor, ama Bağ-Kur veya Emekli Sandığına bağlı olan birden fazla doktor için randevu alabiliyor ve bir SSKlıdan fazla haklara sahip, o zaman niye birleştirildi ki bu hastaneler? Bunu sormazlar mı adama?

Sorunu çözmenin yolları var! Niçin ısrarla oyalama taktikleri uygulanmakta?

Ben T.C. vatandaşı olarak, aile hekimliğinin işlerlik kazanmasını istiyorum. Mevcut Sağlık Ocakları’nda bir diş hekimi, bir kulak-burun-boğaz hekimi ve en az iki pratisyen hekim istiyorum. Bunlar bir Sağlık Ocağı’nda hekimlik alanında “olmazsa olmazlar”. Bu hekimlerin bir ünitede bulunması durumunda biliyorum ki, hastane önündeki kuyruklarda ben ve benim gibi nice vatandaş olmayacak. Bu hekimlerden herhangi biri beni hastaneye sevki etmedikçe, hastaneye gitmemeliyim. Bir hekim kararı olmadan, hastanelerde kuru kalabalıklardan biri olmamalıyım.

Hekimlerim çalıştığı kurumun dışında bir yerlerde çalışmak zorunda bırakılmamalı. Hastalarım da kendi isteği dışında özel hekim muayenehanesine gitmek zorunda bırakılmamalı. Kimseyi zan altında bırakmak değil amacım. Ama buyurun düşünün bakalım, eğer bir hekim Devlet memuru olarak çalışıyor ve ayrıca kendi muayenehanesi de varsa, bu hekimin hastalarını kendi muayenehanesine yönlendirmeyeceğinin garantisi nedir? Onun için,
ciddi olan hükümetler bu kangreni çözmekle yükümlüdürler!

Birsen Şahin
17/02/2006

Pazar, Şubat 12, 2006

"Büyük Devlet" Olmanın Yolu

Brüksel’de Avrupa Komisyonu Genişleme’den sorumlu Genel Müdürü Michael Leigh, açılış konferansında “AB’nin belirli bir coğrafi limiti yok” derken, diğer taraftan da burada sorunun coğrafi değil politik oduğunu özellikle vurgulamış ve Avrupa’nın en başarılı politikasının “genişleme” olacağını ifade etmiş.

Diğer taraftan Verheugen, Bremen’de düzenlenen politika, ekonomi, sanat camiasından 300 kişinin katıldığı geleneksel bir yemeğin açılışında “Türkiye uzun vadede Avrupa’nın güvenliğinin garantisidir” sözlerini sarfetmiş.
Bu arada tabii ki Türkiye’nin Avrupa’ya sırtını dönmesi halinde, Almanya’daki göçmenlerle uyum sorunu yaşanabileceğinin de önemi üzerinde durulmuş.

Ama, bunlara karşın Avusturya’da Sosyal Demokrat Parti lideri Alfred Gusenbaer, Avrupa’nın, halihazırda Balkan Ülkelerini de hazım etmeye hazır olmadığını ifade etmekte.

Görüyorum ki, AB ülkelerinde ortalık toz duman gitmekte. Kendi içinde ne yapacağına karar verememiş, yönünü belirleyememiş bir AB’nin, şu anda bana ne kadar yararlı olabilir? Veya yakın gelecekte bana ne yararı olabilir? Hani denir ya, kendine hayrı olamayan yiğidin, kime ne hayrı dokunur? İşte bu misal.

Bazen merak ediyorum, acaba kendi içinde netlik sağlayamamış olduğundan mıdır yoksa, bazen İslam’a saldırılar? Hani, aba altından sopa göstermeler? Kendilerinin geleceklerini netleştiremediklerinden midir acaba Türkiye’yi hala Kıbrıs konusunda oyalamalar?

Görüyorum ki, yöneldiğimiz Birliğin de kendi içinde, hala çözemediği bir sürü sorunu var. Tabii ki her büyüğün, büyüdükçe sorunu artacaktır. Demokrasi olduğu sürece, her kafadan bir ses çıkacaktır.

Bu arada bizim de üzerimize düşenler var, hem onlara yolunu bulmada yardımcı olabilmek adına, hem de özgüvenimizi kazanmak adına.

Ey Devletim! Şu vatandaşlık numarası meselesini bir an önce çöz, insanları on ayrı kimlikle tanımaya çalışma; ki, bu zaten inandırıcı değil, bunları yap ki, doğru dürüst vergi toplayasın. Adam gibi vergisini toplayabilen bir Türkiye, gelişmesini hızlandıracaktır. Vergisini ödemeyen vatandaş artık “yüz karası” ilan edilecektir, insanlar vergi vermediğinde, eskiden olduğu gibi “uyanık” değil, “ahlaksız” ilan edilecektir. İşte ancak o zaman önü açılacaktır Türkiye’min. Çünkü vergilerini toplayabilen bir Türkiye, yatırımlarını da yapacaktır, toplu ahlakı da düzeltecektir, ona buna el avuç da açmayacaktır. Vergisini toplayan bir Türkiye, dünyada onurlu yerini alacaktır. Öyle sadece, onurumuzla, dik gireceğiz deyip, mangalda kül bırakmamalarla olmaz bu iş. Bu işi yapacaksan, önce kendi saygınlığını arttırmalısın ki, çevren de sana saygı duysun.

Devletim bunları yerine getirdiği zaman, topluca bir etik değişim yaşayacaktır ülkem. Vergi ödememenin “ayıp” ilan edildiği toplumlar, “birey olmanın önemi”ni kavrayacaktır. Birey olmanın önemini kavramış toplumlar, bireyin üzerine düşen sorumlulukları yerine getirecektir. Böylece hem kendi önünü açacaktır, hem de sadece AB tarafından değil, dünyanın her ülkesi tarafından “saygın” addedilecektir; güvenilir devlet, güvenilir ekonomi konumuna yükselecektir.

İşte bu yöntemler AB’nin de önü açacaktır. Çünkü AB içindeki en büyük korku, bu kadar büyük farklı kültürün AB’ye girmesi olduğu kadar, bu işin sınırlarının nerede olduğunun bilinmemesidir aynı zamanda. Büyüyen bir AB topluluğu, farklı bir güç oluşturacaktır. Bu da ABD emperyalizmine bir alternatif olabilir bizim katkımızla. Bu konuda katkımızın olması, bizi büyük devlet yapar.

Birsen Şahin

12/02/2006

Cuma, Şubat 10, 2006

Son Hanedan





G/ece tahtında

S/armalanıyor keder

K/elle vurulmalı

S/arı yıldızlarım

C/an nefessiz

Z/amansız

Y/eller savuruyor

Ç/akıyor damlalar

G/öz pınarlarından

Son hanedanın…

Birsen Şahin
09/02/2006

Perşembe, Şubat 09, 2006

Okullarım Sınıfta Kalmasın!






Gündemde olan nasıl olsa birçok kalem tarafından fikir jimnastiğine tabi tutulduğundan, gündemde olanı yazmak yerine, gündem dışı olup da aslında üzeri örtüldüğüne inandığım konuları gündeme taşımayı ve üzerinde yorum yapmayı, böylelikle de sürmenaj olması için yönlendirilen halkımın ısrarla bu tekdüzelikten kurtulup, haklarının peşine düşmesi ilkesi ile gündemden düşürülen konular üzerine kalem kullanmayı, yapay gündemlere ve paparazzilere yönlendirilmeye çalışılan memleketimin biraz olsun farklı pencereler aralayabilmesi için farklı görüşler sunmayı amaçlamaktayken, tam da çalışma yaptığım bir konu gündeme getirildi sayın Milli Eğitim Bakanımız tarafından. Bundan sonra Alevi vatandaşlarımız da okullarımızda “var” kabul edilecekler. Bunu alkışlamamak mümkün değil. Çünkü eğitim kimsenin tekelinde değildir, din de öyle.

Yine de Milli Eğitimimizle ilgili olmakla birlikte, bu değildi bahsedeceğim konu, her ne kadar Eğitimde Yapılanmayı kısmen ilgilendiriyorsa da.

Okullarımıza bakıyorum da bazen içim parçalanıyor. Öncelikle çocuklarımız daha bir kuşağı atlatmadan sürekli değişimlerle hırpalandıkları için üzülmekteyim, sonrasında da hala umut vermeyen öğrenim sistemi için karar kara düşünmekteyim.

Bir hayal kuruyorum;

İlkokullarım altı yıl olsa, sonrasında bu altıncı yılda çocuklar pedagoji uzmanı tarafından incelense, yetenekleri saptansa, okulların son haftasında da bütün çocuklarım bir sınavdan geçse ve gidecekleri okul buna göre saptansa.

İlk uygulamaya konulduğu dönemde de karşı çıkmıştım İlk ve Orta öğrenimin birleştirilmesine, bugün de karşıyım. Çünkü bu durumda çocuklarımız bir İlköğrenimden mezun oluyorlar ve sonrasında bir Liseye gidiyorlar; ki, bu durumda gelişmiş birçok ülkede “High School” yani, “Yüksek Okul” diye isimlendirilmekte olan Liseler, orta dereceli bir okul seviyesine düşürülmüş oluyor. Oysa Liseler önemli okullardır ve Üniversite okumayacak gençlerimiz burada bir mesleğin teorik bilgisini alabilir ve üzerine de iki yıllık Meslek Yüksek Okulu bitirmekle ve uygulamalı dersler de görerek, bir alanda yeterli derecede teknik adam olarak görev yapabilir. Oysa gördüğünüz üzere bu sistemde çocuklarımız sudan çıkmış balık gibiler mezun olduklarında.

Orta Okullarımız da çeşitlendirebiliriz, branşlaşmayı daha bu yıllarda başlatabiliriz, böylece de her genç Üniversite okumak zorunda bırakılmaz. Ayrıca, Orta Dereceli okullarımızı mesleklere göre çeşitlendireceğimizden, bu okullar üçer yıllık okullar olabilir. Hedefi Üniversite olan bir genci ise mesleki olmayan bir Ortaokulda okuturuz; ki, bunu da dört yıllık yapabiliriz ve bitirme sınavları koyarız, böylece çocuklarımız da sorumluluklarının bilincinde olurlar; hem biz onları yarış atına çevirmeyiz, hem de onlar çalışmadıklarında mezun olamayacaklarını bilirler.

Liselere gelince; yine, aynı Orta Öğrenimdeki gibi bir sistem koyabiliriz, mesleki öğrenim görenler mesleklerinde ustalaşmaya yönlendirilirler, diğerleri de Üniversite okuma hazırlığında olabilirler.

Görüleceği üzere daha Orta Öğrenimden başlayarak bu derece yoğun öğrenim gören çocuklarımız hem sanayide oldukça işe yararlar, hem de hepsi koşu atı gibi Üniversite sınavlarına hazırlanmazlar ve böylelikle, ülkemin bir ayıbı olan ”Dershaneler” de ortadan kalkmış olur. Dershane sahipleri hiç kusura bakmasınlar, gelişmiş ülkelerde böyle bir sistemin olmadığını hepsi bilirler. Eminim onlar da ülkelerinin gelişmesinin önünde engel olmayı düşünmemektedirler.

Bu sisteme şu ilaveyi de getirebilirsiniz; İlkokul sonunda, eğer bir çocuk çok yetenekliyse, üstün meziyetleri olan bir çocuksa, bu çocuğu sene sonunda alacağı puanlar doğrultusunda, illa ki sıralı bir sistemde okutmaz, böyle bir evladımızın basamak atlamasını sağlayabilirsiniz. Bu da Üniversite sistemiyle bağlantılı. Üniversiteniz sekiz yıllık olabilir; ancak, İlk Okuldan gelen çocuklar içindir ilk dört yıllık bölüm, eğer çocuklarımız Lise öğreniminden sonra Üniversite’ye geliyorsa, ilk dört yılından muaf kalırlar ve sadece Mesleki İhtisas sahibi olmak için geldiklerinden, beşinci sınıftan başlatabiliriz.

Şöyle ki; bir çocuk üstün yeteneklere sahipse, pedagog yeterli görüş bildirdiyse ve aldığı puanlar da diğer öğrencilerin çok üzerindeyse, niçin direk Üniversite’ye gitmesin? Ama tabii ki Üniversiteniz sekiz yıllık olursa, geçerli bu dediğim.

Kafanız mı karıştı? Doğrudur. Öncelikle böyle bir sistemi yaşamadığımız içindir. Ama proje daha detaylı hazırlanabileceğinden, daha anlaşılır olacaktır. Ben böyle bir sistemde okudum. İlkokulda sınıfımdan bir arkadaşım doğrudan Üniversiteye gönderildi, bunu biliyorum, çünkü aynı zamanda komşu çocuklarıydık.

Bu arada, okullarımın tamamında her din dersi( Aleviler ve Gayri Müslimler için dahil) verilebilse seçmeli olarak ve çocuklarımız ergin oluncaya kadar da bunu aileler belirlese. Keşke İmam Hatip Okulları kapatılmayıp, İmam hatip Orta Okulu ve İmam Hatip Lisesi olarak kalsaydı da, oradan gerçekten “ehil”, “Ulus” zihniyetli, konusuna hakim, en az iki yabancı dil bilen ama mesleki okul olduklarından “meslek insanları” yetiştirilseydi.

Ayrıca, bir husus daha dikkatimi çekmekte; neden benim çocuklarım kitaplarını satın almak zorunda? Bu insanlar her yıl yeni kitap ve gereçleri alacak kadar zengin mi? Zenginlik ülkemin kapısından mı taşıyor? Yoksa, yok edilebilecek orman fazlamız mı var? İlk Okullar devletin ücretsiz verdiği kitaplarla okutulmaya başlandı. Peki, diğer bütün okullarımda Devletim kitapları öğrencilere küçük bir ücretle kiralayamaz mı? Eğer kitaba zarar verildiyse, ancak o zaman kitabın bedelini tahsil edemez mi?

Çocuklar kusura bakmasın ama, benim verdiğim yıl sonu tatili sekiz haftadan fazla olamaz, çünkü benim umudum onlar ve çok iyi bir eğitim almak zorundalar.

Bir hayaldi işte!

Birsen Şahin
08/02/2006

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Nitelikli Toplum ve Seçim Sistemi

İnsanı, ''her şeyi devletten bekleyen” yapıya ittiği için ve global dünyadaki paranın getirdiği yarışa karşı koyamadığı için (askeri harcamalar konusunda batı güçleriyle başa çıkamamıştır) Sovyet sistemi çöktü. G8lerin günden güne dünya uluslarının alım gücünü yok etmesi Globalizmi de çökertecek. Globalizmin çökmesinin en kestirme yolu, onu kendi silahıyla vurmaktır; ki, bu da ancak ulus olmayı becerebilen ve nitelikli bireyler yetiştiren toplumların öncülüğünde olacaktır. Nitelikli toplumun fertleri reklamların esiri olmaz, G8lerin dayattığı ve reklam paralarıyla fiyatları şişirilmiş ürünleri satın alan esirler olmaz. İyi bir malı satın alalım, haşa buna değildir lafım; yalnız, ne kadar çok televizyon reklamlarının esiri olduk hepimiz (Bu ve saçma sapan programlardan ötürüdür televizyonları protesto edişim ve izlemeyişim). Benim bulaşık makinam, benim çocukluğumda alınmış, yani 35 yaşında bir makina, bazı misafirlerim gelince bana hep ''Değiştir artık şunu'' diyorlar. Benim de cevabım ''Yahu niye değiştireyim; hem çok sağlam, hem bulaşık yıkıyor, hem de o dönem üretilen malların sağlamlığı şimdiden fazla, çünkü o dönemler dünya üretimi, uzun ömürlü olması üzerineydi, şimdiki üretim ise, çabuk bozulsun, yenilensin de, üreticilerin karı düşmesin düşüncesi üzerine,” oluyor. Diyelim ki bulaşık makinam bozuldu; ben emekli, çalışmayan bir kadınım. Evimde de ikibuçuk kişi (buçuk Prenses’tir-kedim) yaşamaktayız. Allah gecinden versin, validem beni bırakıp gittiği gün, tek başıma kalacağım ve biliyorum ki, benim ülkem, tek başına yaşayan bir insanın bulaşık makinası edinebileceği bir zenginlikte değil, onun için yenilemeyeceğim; ona ayıracağım parayı www.kardesinisec.com sitesinden seçeceğim bir evlada ayıracağım, daha nitelikli yetişmesi adına. Bundan iki yıl önce de, hani şu son sistem, görüntülü cep telefonları yeni çıktığında, damadımın bir uyarısı üzerine (''Hala, değiştir artık şu telefonunu''), telefonumu değiştirip değiştirmemenin kararını vermeliydim. Telefonumu 2000 yılında, Dubai'den almıştım, ama hala daha konuşabiliyorum, ileti de gönderebiliyorum. Neyse, gittim telefon satış merkezine. Satıcı çocuk bana muhtelif telefonlar gösterdi. Ben de saf saf (işime öyle geldiğinden) ''Oğlum, şimdi kızım beni aradığında, bununla canlı canlı mı konuşacağım?'' demiştim. Satıcının cevabı tabii ki ''Yok, eğer kaydederseniz, kaydettiğiniz fotoğraf çıkacak'' olduğunda, ben de ona ''İyi de evladım, benim fotoğraf makinam var, eğer sadece fotoğraf çekiyor ise, yanımda kızımın fotoğrafını taşır, istediğimde bakarım'' olmuştu. Tabii bu arada satıcı gence de ne kadar uşak zihniyetli bir satıcı olduğunu kibar bir dille anlatmaktan da geri duramadım. Bunlar da benim protesto biçimim.Nitelikli toplum eğitimle oluşur; iyi öğrenim görmüş toplumlar, ekonominin uşağı olmaz, ona yön verirler. İyi eğitimli toplumda ''Ulus'' bilinci oluşur, Ulus bilinci oluşmuş toplumlar ''Ümmet'' bilincinin çaresizliğine düşmez, emperyalistler para kazansın diye güdülmezler. Ulus bilincine ulaşmış nitelikli toplum bireyleri araştırır, öğrenir, geçmişini de irdeler, hatta bazen de hatalar var ise, bunların nerelerde yapıldığını görür ve çözümlerini de buna göre üretir. Fakat bir gerçek daha var ki, Ulus bilinci taşımakta olan ülkeler birer birer (örn: Tito’nun ilkesi) dünya düzeninde parçalanmakta ve daha kolay yönetilebilecek, minik minik devletçikler oluşturulmakta. Bu durumda, Ulus devlet kalabilmek (ki, benim hayalimdir) adına, önce bizi temsil edebileceğine inandığımız siyasileri iktidara taşıyabilmemiz gerekir; ki, bu da ancak siyasetin topluca bir değişim geçirmesiyle olur. Bunu çözmeden diğerlerine bir çözüm getiremeyiz. Siyasi camiayı, parti başkanları belirlediği sürece, birilerinin elinde oyuncak olarak kalmayı sürdüreceğiz. Seçim sistemi değişmediği sürece, ABD’nin direktifleriyle hareket edecek olan siyasi partilerin, ABD buyrukları dışında hareket kabiliyetleri olamaz, çünkü hemen iktidarlar değiştirilebilir borusunu öttüren para babalarının gücüyle, çünkü bunlar halkın iktidarı değildir(Örnek: Irak).
Ulus devlet kalabilmenin bu dünya düzeninde ne kadar zor olabileceğine dikkat çekmek isterim. Zamanında Sovyetler Birliği Trotsky’i daha iyi değerlendirip, Avrupa ülkelerini de güttüğü siyasetten etkilendirebilseydi, bugünkü sonu büyük bir ihtimalle yaşamayabilirdi. ABD’nin ekonomik gücü daha ağır basınca yalnız kalan Sovyetler, dayanışmasız kalınca parçalanmıştır. Dolayısıyla, Ulus bilinci oluştururken, bu tarihi örnekleri de iyi dikkate alalım ve Ulus bilinci oluşturmaya çalışan memleketimin, alt yapı hazır olmazsa, bu yolda G8’ler tarafından engelleneceğini ve her türlü yaptırıma açık bırakılacağını da görelim istedim. Onun için, bu seçim sistemi değişmeli. Halkın iradesini yansıtan siyasi yapıyı oluşturmalı. Petrol bittiği zaman, yerine alternatif kaynaklar vardır ve daha da bulunacaktır; ama, unutmayın, evinde hiç kimse 2 hidrojen ve 1 oksijen koyup, su üretemez. Bütün dünyanın en büyük derdi, memleketimdeki su kaynaklarına sahip olmaktır, bunun için de elinden geleni ardına koymayacaktır. Tarihten beri süregelen bir süreçtir bu. Susuz yaşanmaz!!! Unutmayın ki, Lozan’ı imzalamayan ABD, sınırlarımızı asla kabul etmemiştir!!!

Birsen Şahin

Pazartesi, Şubat 06, 2006

Nasırlarım


erguvanlarda dövdüm demiri
tavını yakalayamadım
kabahat erguvanda mı
demirde mi
çözemedim
çingene okudu gazelini
hamamda
köklü nasırlarıma
soyundum hücrelerimden
koştum
gelincik tarlalarına
çırılçıplak.....

birsen şahin
20/06/2005

Cuma, Şubat 03, 2006

AB Neye Karar Verecek?



Herhangi bir Avrupa ülkesinde büyümüş bugünün kırk yaş üstü kuşağı hatırlar ki, bir zamanların Avrupa'sında memleketimden gelen ucuz işgücü ve ne iş verirsen yapacak olan babalarımız, annelerimiz zamanında, Avrupa onlara misafirperverliklerini göstermiş, onları içlerine almıştı, hatta bazen baş tacı etmişti. O zamanın Avrupa ülkeleri farklılığa açıktı. Çünkü farklılar azınlıktı ve farklılar iş dünyasında sadece emekçi olarak vardı, ekonomide fazlaca söz sahibi değildiler; tabii bu bir avuç insanın çocukları da çoğunlukla onların bilimden oldukça uzak, el sanatlarına yönlendiren okullarında okumaktaydı. Gidenlerin içinde çocuklarını gerçekten bilim yolunda ilerlemeleri için yönlendiren oldukça az anne-baba vardı; zira gidenlerin büyük bir kısmı hep para kazanılınca, vatana dönme umuduyla gitmişlerdi, oraya yerleşip, kök salmayacaklardı nasıl olsa.

Ama bu çocuklarına iyi eğitim aldıran bir avuç insanın büyüyen çocukları ve zamanla orayı yarı vatanları görüp, kök salan yurdum insanı tehlike arz etmeye başladı. Kimisi siyasete atıldı, kimisi iş sahibi olup, ekonomide ve siyasette söz sahibi olmaya başladı. İşte o gün bugündür başta "dost" ülkelerin vatandaşları başladı "Türken Raus!" demeye, sonra da çorap söküğü gibi gelmeye başladı zaten devamı.

Sadece biz mi göze batmaktayız? Yok canım, olur mu öyle şey? Bilinçlenmiş bütün eski sömürge kuşakları da bu arada isyanlara başladılar. Kim diyebilir ki, Fransa varoşlarıyla barıştı ve çözüm üretti de, bu insanlar artık kendiliklerinden sustu? Kim diyebilir ki, Hollanda'da yaşayan eski sömürgelerden getirtilmiş Surinam ve Endonezya halkı burada yaşamaktan çok mutlu ve hiçbir sorunları yok? Bu sorunlar tabii ki çözülmedi, bu sorunların çözülebilmesi için de hiçbir ülkenin tek başına yapabileceği bir şey yok zaten, bu işin başını G8ler çekmeliler. Çünkü sorun, emperyal güçlerin artık sömürüden ne oranda vazgeçebilecekleri ve ne oranda rahatlarından fedakarlık edip, hem kendi ülkelerinde yaşamakta olan azınlıklara, hem de dünyada kendilerinin utancı olan açlıktan ölmekte olan insanlara yaşama hakkı tanıyacaklarında gizli.

Tabii bir de bizim gibi kırk yıl kapıda bekletilip de, sıra üye olmaya gelince türlü oyunlarla engellenmekte olan bir AB üyesi olma hayaliyle coşmuş ülkelerdeki halkların umuduna rağmen, Eurokratların, kendi altyapılarını buna hazırlamamış olmalarında. Çünkü biliniyor ki, bir kez bizim gibi Müslüman, kendine münhasır gelenek ve görenekleri olan, kalabalık nüfusu bulunan, büyük oranda genç nüfusa sahip bir üye o birliğin içine alındığında, kapının başkalarına da aralanma ihtimali daimi olarak Demokles'in Kılıcı gibi asılı durmakta başlarının üzerinde. Çünkü önü ardı kesilmeyen üyelik zincirini bir düşünün, ondan sonra da oturup, kalan kimlerin sömürülebileceğini bir düşünün…

İşte AB önce buna karar verecek ve gördüğünüz üzere bu kararı vermekte oldukça zorlanıyor. Çünkü, gerek AB'nin, gerekse ABD'nin önünde iki yol var; ya emperyalizmden vazgeçecek, ya da bu iki grup zaman içinde karşı taraflarda yer alacak. Sizce buna ihtimal var mı? Hem de ABD'ye yerleşmiş olanlar eski Britanya'lılar olmuşken?

Kendi adıma ülkemde AB yolunda olmayı çok severek benimsiyorum, çünkü benim bildiğim Atatürk'ten sonraki siyasetçilerimin hepsi gözümde sınıfta kaldı. Yazık ki, yularsız hiçbir ilerleme kaydedilmedi ülkemde benden önceki kuşaktan beri. Ben bunu yazmaya utanıyorum bir Türk evladı olarak, ama hiçbir siyasetçimiz gözümün içine bakarak suçu daimi olarak kendisinden bir önceki iktidara atmaktan utanmıyor. Bence bütün dokunulmazlıklar kalkmalı ve hayatta olan bütün siyasilerim ve bürokratlarım şöyle bir er meydanına çıkmalı.

Ama iş AB'ye girmeye gelince, eğer ben bu uğurda ülkemde kaos yaşayacaksam; ülkemde her boyun ayrı dili resmi dil olarak kabul edilecekse; ülkemde alt kimlik-üst kimlik gibi, bir ülkeyi zaman içinde bölmeye yaramaktan başka bir işe yaramayan gevezelikler yaşanacaksa; emperyal güçler gözlerini su kaynaklarımı ele geçirmekten -unutmayın evinizde asla su yapamazsınız ve su giderek tükenmekte yeryüzünde- alamayacaksa; komşu ülkelerimde olası savaşlar beni daima etnik yapımdan ötürü etkileyecek ve hep yakınımda savaş olacaksa; 70-80 milyon nüfuslu bir Türkiye'den ve tabii arkasında barındırdığı 300 milyonluk bir Türk gücünden korkulduğundan, ülkemdeki zengin yer altı kaynakları ülkem bölünmedikçe yer altında mühürlü kalacaksa; Ata'ma dil uzatılacaksa; Peygamberime yakışmayan karikatürler çizilecekse; ülkemin tarım arazileri birilerine okkası on paraya peşkeş çekilecekse; her türlü gıdayı üretmeye muktedir ülkem, en temel gıdasını dahi, borçlanarak alacaksa; okullarımda yabancı ana dil kullanılacaksa -ki kendilerinde böyle bir uygulama yoktur-; …..daha devamı getirilebilir.

Ben AB'nin karar vermesi gerektiğinin benim ülkemin üyeliği olduğuna inanmıyorum. Çünkü bu o kadar da zor bir iş değil. Kanunlar var, yaptırımı güçlendirirsiniz, insanlar da bal gibi uygular. Bu zor bir şey değil. AB'nin vermesi gereken karar, yeni bir süpergüç olup olmayacağının kararıdır! Ki, bu süpergüç yenilikler barındıracaktır bünyesinde; yani, bugünkü süpergücün alternatifi olacaktır.


Birsen Şahin
03/02/2006

Perşembe, Şubat 02, 2006

Ben Ne Kaldırımlar Gördüm

T A Ş





Yolda yürürken ayağınıza takılır da, dikkat etmezseniz eğer, sendeletir sizi hani, ya da hatta düşürür, iyice kendi halinize dalmış yürümekteyseniz. Nerelerden yuvarlanıp da gelmiştir kim bilir oraya. Bir kayadan mı kopartılıp da gelmiştir sürüklene sürüklene, yoksa dinamitlenip de, inşaatçılıkta kullanılmak üzere, bir kamyonla nakledilme esnasında mı düşmüştür de, takılmışsınızdır ona? Bilinmez mi ki! Taştır işte. Ne canı vardır sizin benim gibi, ne de duyguları vardır. Anlatamaz size kendi derdini, lal keser dünyası.

Kim bilir buraya düşmeseydi, belki de yaptırmakta olduğunuz evinizin temelinde veya herhangi bir yerinde olacaktı ileriye doğru bir gün. Ya da, belli mi olur, belki de bir başkasının bahçesinde, bir köşede, taşlardan bir çiçek tarhı yapılacaktı da süs olarak gözlere ziyafet çekecekti. Bilinmez ki işte.

Benim ayağıma takılsaydı eğer, alır onu bahçe düzenlememde kullanırdım büyük bir ihtimalle. Bahçem meyilli olduğundan ve onu o haliyle çimlendirmek göz zevkimi bozacağından, büyük bir olasılıkla, bu taşın yanına başka taşlar da edinir ve sıralardım onları bir ip gibi bahçemde boydan boya, toprağı tutsun da toprak kaymasına engel olsun, diye. Hatta belki de minicik bir havuzcuk yapardım, hani süs olanlardan da, onun içine koyardım bu taşı ve yanına birkaç arkadaşını; ne güzel dururdu kim bilir. Hele bir de gece çökünce, minicik kavanozların içine koyacağım küçücük mumlarla aydınlatsaydım oraları şöyle loş mum ışığıyla, ne de keyifli olurdu bakmak bu güzelliğe.

Ya da belki de, bahçemde daracık bir patika yapardım taşlardan da, bunu da onların yanına koyardım. Hem işe yarardı böylece, yağmurlu havalarda balçık olmazdı bahçemde, hem de daracık bir patika çok şık dururdu bahçemde. Etrafına da akşam sefaları dikerdim hatta mor ve pembe renkli olanlardan. Kim bilir, belki de sevdalanırdı taş ve çiçek birbirine de bana da ilham verirdi, daha çok seveyim diye doğayı.

İşte, taş deyip geçmemeli insan; yoksa başına ne taşlar yağar? Belli mi olur?

Birsen Şahin
01/02/2006




Çarşamba, Şubat 01, 2006

Kalemim kan yazıyor


Kalemim kan yazıyor
Peşkeş çekiliyor gerçeğim
Başsayfada bir güvercin
Can veriyor

Zaman darbuka
Çiftetelli çalıyor
Güvercinim ölmüş
Kurşun kol geziyor

Avutuyor adem
Vazife icrasıyla
Korun düştüğü yer
Can yakıyor

01/02/2006
Birsen Şahin
Abdi İpekçi anısına

Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11