“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Pazar, Ekim 22, 2006

Ramazan bayramınız Kutlu Olsun

Cuma, Ekim 20, 2006

Cellat


Bir çift dudak oynaşmadıkça
İlmik geçmez boynundan
Her insan kendine düşmandır


Bir kez şahlandı mı dudakların
Giyotin acısı hafif kalır
Sürünürsün

Aşık, sarhoş, melankolik, aç, tok
Kim olursan ol
Aslında yoktur düşmanın

Ah o iki dudak yok mu?
O iki dudaktır işte
Ölüm fermanın!

20/10/2006
Birsen Şahin

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Cem Karaca

Kahya Yahya

Diskoteğin önünde kahya durmuşum
Araba plakasından fallar tutmuşum
İçeri giren sarı kız bana baksaydı
Baksaydıda bana bana benim olsaydı
Olmaz olmaz bilirim ben kahya yahya
O kimbilir kimin nesi ben kahya yahya

Şu istanbul şehrinden neler ummuşum
Ummuşumda sadece yutkunmuşum
İçeri giren sarı kız bana baksaydı
Baksaydıda bana bana benim olsaydı
Olmaz olmaz bilirim ben kahya yahya

Dur be oğlum kahya yahya gel haddini bil
Sen kahyasın kahya gibi kahyalığını bil
İceri giren sarı kız bana bakmazki
Baksa bile bana bana benim olmazki
Olmaz olmaz bilirim ben kahya yahya






Islak Islak(Funda Arar-Fatih Erkoç'la "Yankılar" Programından)




Namus Belası




Adiloş Bebe






Hayvan Terli





Ağır Roman




68'linin Türküsü





Raptiye Rap Rap


Salı, Ekim 17, 2006

Aziz Nesin Aptal Mıydı?



Elbette rahmetli aptal değildi. Oldukça zekî bir adamdı bildiğiniz gibi. Ha, kimimiz sever, kimimiz sevmez; ille de siyasî bir malzeme olarak kullanır veya kullanmak ister bu rahmetli yazarımızı.

Bir an durup, düşünün bakalım, acaba niye “Türklerin yüzde altmışı aptaldır” gibi bir cümle çıktı rahmetlinin ağzından? Hatta, düşünürken, bir de bunun yanına Atatütk’ün “Türk milleti zekidir, çalışkandır” ibaresini de koyun. Çarpıştırın ikisini de, bakalım nereye varacaksınız?

İkisi de tarihe mâlolmuşlar zatlar. Biri bir tebayı millet olarak büyütmüş ve o millet uğruna, o vatanın evlatlarıyla İstiklâl Harbi yapmış ve Osmanlı İmparatorluğunun parçalarından bir vatan yaratmış; diğeri, memleketin yüzakı sayılan, hicvederek milleti kendisiyle yüzleştiren, yüzleştirirken, eğlendirirken, aslında bir diğer taraftan da aynanın soğukluğunu yüzüne vuran usta.

Bu ikisini ben günlerdir iki ayrı kefeye koydum, tartıp duruyorum. Aslında sonuçta bir de baktım ki, meğer ikisi de aynı kefedeymiş, memleketim diğer kefede kalmış. Ne tuhaftır ki, bu iki tarihe adlarını kazımış değerli iki insan, yetmiş milyonluk Türkiye kefesinden daha ağırdı tartımda. Biri ayna tutmuş, diğeri aynaya gaz vermiş.

Ne Fransa’nın “Düşünce yasağına” yerinebildik; ne Orhan Pamuk’un Türk edebiyatına katkısına sevinebildik. Arzdan arşa toz duman bir bulut Türkiye!

Fırsat bu fırsattır deyip, sanayici olmayıp, tacir olanlar açtılar bayrakları “Fransa’yı boykot için, Fransız mallarını almayalım” kampanyalarına. Oysa, evlatlarımız çalışıyor buradaki fabrikalarda. Biz böyle bir boykota topyekün uysak, bütün bu çocuklarımız işsiz kalacak. Malum, liberal ekonomi çarkları işliyor. Dünya tek kutuplu dünya değil. Küreselleşme adı altında yapılan, modern köleleştirme olan ticarî yaşama karşı çıktığınızda, önce kendi ekonominizi vuruyorsunuz. Haydi vuralım. Peki borçlar ne olacak? Öyle ya, kim yaptıysa o ödesin!

Yahu, anlamıyorum ben bu işleri. Birileri bana da anlatsa ne olur! “İrtica” dendiği anda, “Defolsunlar gitsinler” deniyor. Kürt vatandaşlarımız kafalarını kaldırdığında “Defolsunlar gitsinler” deniyor. İtalya şöyle yaptı “Defolsunlar gitsinler”, Fransa böyle yaptı “Defolsunlar gitsinler”; bilmem kim şöyle dedi “Defolsunlar gitsinler”.

Yahu, hayâl aleminde mi yüzüyorsunuz, nedir Allahaşkına?

Anlamıyorum, kimi nereye kovuyorsunuz? Gidecek neresi var?

Bunlar bizim sorunlarımızsa eğer, neden tepeden tırnağa, “ÇÖZÜM” üzerine kafa yormuyoruz da, illâ yok sayıyoruz.? Yok sayınca, bu sorunlar olmayacak mı? Çözülmüş mü olacak? Bir Nobel sevinci yaşayamadık, görüyor musunuz? Görecek gözünüz var mı? Kim kimi nereden nereye kovuyor? Kim kime, hangi sağlıklı duruşla tavır alıyor?

Fransa’nın böyle bir düşünce yasağı ardına sığınması, bizim için ne kadar güzel kullanılacak bir malzemedir! Neden bunu kullanmayız? Neden sokaklara dökülüp, Fransa’yı “DÜŞÜNCEYE SUÇ” getiren kara listede bir ülke ilân etmeyiz?

Görmüyor musunuz ki, şu anda Türkiye “MAĞDUR” duruma düşmüştür dünyada ve bu çok güzel kullanılacak bir siyasî oyundur? Dünyanın her yerinde mazluma arka çıkılmaz mı? Neden mazlumu rolünü oynamaz da Türkiye, kafasını kuma gömmede ısrar eder?

Gelelim Orhan Pamuk meselesine! Koskoca Cumhurbaşkanı, Nobel ödülü almış edebiyatçısını çocuk gibi bir küslükle değerlendiriyor.

Bir fıkra vardı, bir zamanlar duyduğum. Her kim bana bu fıkrayı anlattıysa, aklıyla bin yaşasın diyorum bu günlerde; üzülerek!

Bir Türk, bir İtalyan, bir de Fransız vatandaş ölmüş ve cehenneme gitmişler. Her biri de cehennemde, kendi ülkelerine ait kuyulara atılmışlar. Ertesi gün bir Amerikalı da ölmüş ve o da cehennemlik ilân edilmiş. Tam o da kuyusuna götürülürken, durup rehbere sormuş:
-Bunların başında niye bir tokmakçı var?
-Kim başını dışarı çıkarırsa kuyudan, tokmakçı başlarına vuruyor, kaçamasınlar diye, demiş rehber.
-Peki şurdaki kuyuda niye tokmakçı yok?, diye sormuş Amerikalı.
-Ha, orası mı? Orası Türklerin kuyusu. Tokmakçı gerekmiyor. Onlar nasılsa aralarından biri çıkmaya kalkarsa, diğerleri kendisini aşağıya indiriveriyor!

Bu olmamalı kaderimiz.

17/10/2006
Birsen Şahin





Pazartesi, Ekim 16, 2006

Dionne Warwick/That's What Friends Are For






And I never thought I'd feel this way
And as far as I'm concerned
I'm glad I got the chance to say
That I do believe I love you

And if I should ever go away
Well, then close your eyes and try to feel
The way we do today
And then if you can remember

Keep smilin', keep shinin
'Knowin' you can always count on me, for sure
That's what friends are for
For good times and bad times
I'll be on your side forever more
That's what friends are for

Well, you came and opened me
And now there's so much more I see
And so by the way I thank you

Whoa, and then for the times when we're apart
Well, then close your eyes and know
These words are comin' from my heart
And then if you can remember, oh

Keep smiling, keep shining
Knowing you can always count on me, for sure
That's what friends are for
In good times, in bad times
I'll be on your side forever more
Oh, that's what friends are for

Whoa... oh... oh... keep smilin', keep shinin
'Knowin' you can always count on me, for sure
That's what friends are for
For good times and bad times
I'll be on your side forever more
That's what friends are for

Keep smilin', keep shinin
'Knowin' you can always count on me, oh, for sure'
Cause I tell you that's what friends are for
For good times and for bad times
I'll be on your side forever more
That's what friends are for (That's what friends are for)
On me, for sure


That's what friends are for
Keep smilin', keep shinin'

Marie Dionne Warwick

1940, 12 Aralık günü East Orange, New Jersey doğumlu zenci Amerika'lı ses sanatçıcı. Kilise sanatçısı olarak hayata atılan Warwick 1962'de ilk solo plağı "Don't Make Me Over" ile sanat yaşamına giriş yaptı. Adını tıkladığınızda biyografisine ulaşacağınız sanatçı aynı zamanda ünlü ses sanatçısı Whitney Houston'un kuzenidir.





Kitaro - Orochi








Kitaro (1953 -.......)


Asıl adı Masanori Takahashi olan Kitaro, Vangelis ve Yanni gibi bu müziğin en çok tanınan temsilcilerinin başındadır. Ancak, diğerlerinden farklı olarak, müziklerinde Batı formatlı ezgilerden ziyade, parçası olduğu Uzak Doğu kültürünün izleri görülür.
4 Şubat 1953’te Japonya’da dünyaya gelen Kitaro, müzikal ilgi ve becerisini kendi imkânlarıyla geliştirmiş, lise döneminde kurduğu “Albatross” adını taşıyan müzik grubuyla bu alandaki üretiminin ilk eserlerini ortaya koymuştur. Kitaro’nun hayatınını değiştiren iki önemli olay, dönemin ünlü müzisyenleri Fumio Miyashita’yla ve onunla dünya turuna çıktığında Almanya’da karşılaştığı Klaus Schulze’yle tanışması olmuştur; zira ruhsal tedavi ve meditasyon müzikleri yapan Fumio Miyashita sayesinde müziğe bakışı değişmiş, Klaus Schulze vasıtasıyla da ileride müziğinin ana enstrümanı olarak kullanacağı “synthesizer”la tanışmıştır.
Kitaro’nun dünyayı dolaşma macerası, Tayland, Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkelerine yaptığı gezilerle devam eder. Felsefi anlamda olgunlaştığı bu dönemlerde, gezip gördüğü yerlerden aldığı etkileri müziğine yansıtmayı da iyi başarmıştır. Hayata bakışını kendi ağzından şöyle özetler, “İç huzuruma kavuşmamı sağlayan olay, doğduğum şehirden kilometrelerce uzakta ve de ona kesinlikle benzemeyen bir başka ülkede, mesela Kalküta’nın herhangi bir sokağındaki bir dilenciyle eşit olduğumu farketmemdir”.
Müzikal anlamdaki bilinen ilk çalışmaları 1980’lerin başından itibaren ortaya çıkmaya başlar. Bu dönemden sonra müziğinde de olgunluk dönemine geçer. Yaptığı müziğe kesin bir etiket koymak yanlısı değildir; genel olarak “müziğinin ruhsallığı çağrıştırdığını ve önemli olan şeyin dinleyiciyi düşünme ve hissetmeye sevketmesi” olduğunu söyler. Yanni’yle benzer yönleri, her ikisinin de müzikal yazma ve okuma eğitiminden yoksun olmasıdır; nota bilgisi olmadığı için kendi tarzını kendisi yaratmıştır, notalar yerine resimler çizer.
Enstrüman çalma becerisi ise Vangelis gibi çeşitlidir, birçok tuşlu, vurmalı ve üflemeli sazı çalabilme yeteneğine sahiptir. Felsefi inanışı ise Budizm ve Şinto geleneklerini temel alır.


Orochi

Japon mitolojik kültüründe sekiz başlı yılan-ejderha olarak tanımlanmakta olan Orochi, tanrı Susanoo'nun cennetten kovulmasından sonra öldürdüğü rivayet edilen ejderdir. Japon literatüründe Orochi'nin sekiz başlı olmasının yanında, sekiz dağ ve ova uzanan esnek bedeni olduğundan bahsedilir.

Susanoo yeryüzüne indiğinde, yaşlılardan bakire kızların Orochi'ye kurban edildiğini öğrenir. Bu olayın anlatılmasına kadar yedi genç, güzel ve bakire kız kurban edilmiştir ve sıra sekizincidedir. Sekizinci kurban Kushinada o denli güzel bir gençkızdır ki, Susanoo ona aşık olur. Susanoo halka, eğer kızla evlenmesine izin verirlerse, kızı kurtaracağını bildirir ve bu fikir halk tarafından kabul görür.

Susanoo Kushinada'yı bir tarağa çevirir ve saçlarına takar. Sekiz fıçı armut içkisini ortaya koyar ve ejder bunu keyifle içip, uykuya dalar. Susanoo hemen ejderin sekiz başını kesmek için Ame-no-Murakumo (sonradan Kusanagi olarak anılmıştır) adlı kılıcı bulur ve ejderin sekiz başını da keser. Zaman zaman literatürde Kusanagi-no-Tsurugi(çim biçen kılıç) olarak da adlandırılan kılıcı, barış yapmak amacıyla kızkardeşi güneş tanrıçası Amaterasu'ya verir. Amaterasu da bu kılıcı yeryüzündeki torunu Ninigi-no-Mikoto'ya verir ve kılıç o günden beri Yamato'nun Üç Kutsal Hazine'sinden birisi olarak değerlendirilir.

Yara



Bir tepsi içinde
Bin kol-kanadım
Arştan arz’a
Bin ışık

Acım geçer
Bata çıka

Her cerahat
Sağalır
Kollarım suya
Düşe-kalka

12/10/2006
Birsen Şahin



Wound


Thousands of arm-wings
Being in a tray
Thousands lights
From heaven to earth

Pain pass by
Slogging

Each puss
Get well
When arms
Get wet and dry


Çeviri Birsen Şahin
Translated by Birsen Şahin

Pazar, Ekim 15, 2006

Depresyon




Tepemde bir mum
Onikilik her boğum
Med-Cezir
Bata çıka
Bir bozacının çıngırağında
Sağılırım
“Bozaaaaaaa”…

15/10/2006
Birsen Şahin




(Sağılmak = İplik iplik/tel tel sökülmek)

Bir Efsaneydi Kadın




Mata Hari (1876 - 1917)



1912'de çekilmiş bir fotoğrafı

1876'da Hollanda'da orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mata Hari’nin gerçek ismi Margareta Zelle’dir. Ailesi tarafından rahibe okuluna gönderilen Mata Hari belli bir süre buruda okuduktan sonra bir İskoç kaptana âşık oldu ve onunla evlendi. Doğu Hint Adaları'na kocasıyla birlikte giden Zelle, daha sonra ondan boşandı. Gizemli Doğu Hint danslarını kullanarak Mata Hari (Cava dilinde 'Şafağın Gözü' anlamına geliyordu) olarak anılmasına yol açan ünü elde etti. Pekçok hükümet yetkilisi onun danslarını izliyor ve o da bu sayede önemli isimlerle ilişki kuruyordu.

I. Dünya Savaşı sırasında Almanlar onu kadrolarına aldılar. Fransa karşı casusluk teşkilatı bir süre sonra onun Almanlar hesabına çalıştığını anladı. Fransızlar Zelle'ye iki taraflı çalışması teklifinde bulundular. Zelle de bunu kabul etmiş göründü, ancak Fransızlar ona güvenmiyordu. Bu yüzden Mata Hari'yi denemek için Belçika'ya altı Fransız ajanla ilişki kurması için gönderdiler. On beş gün içinde bu altı ajanın tamamı da Almanlar tarafından yakalandı ve kurşuna dizildi. Bu olay, altı ajanın hayatına malolsa da hiçbir zaman Mata Hari'ye güvenilmeyeceğini göstermesi bakımından önemliydi.

Hari, Almanlar tarafından da artık benimsenmediği için Fransa'ya dönmek zorunda kaldı. Fransızlar cephelerdeki yenilgilerini bu kadının üzerine attılar. Oysa Zelle'nin daha sonra kendisini dünyanın en ünlü casuslarından biri haline getirecek kadar önemli biri olmadığı söyleniyordu. Fransızlar propagandalarından vazgeçmediler ve 1917 yılında Hari'yi kurşuna dizdiler.



Greta Garbo ünlü Mata Hari rolünde

Cumartesi, Ekim 14, 2006

Sayrı




Söz zehir zemberek
Od’a sardı düşümü
Dilinden

Cinlerin raksı uzar
Zamanın ölüsünde
Kuyularda

Çırpınırım el-ayak
Aman! Sadakasında
Sayrılığım

14/10/2006
Birsen Şahin

Sayrı = Hasta

Cuma, Ekim 13, 2006

Nobel, Orhan Pamuk ve Duygularım


Nobel sevinci ve Fransız utanmazlığını aynı günde yaşamış bir Türk vatandaşı olarak, çok gururlandığım bir sevinci ve Voltaire'in kendisiyle barışık kalamayan ayıplı torunlarının utancını orient bir tevekkül ile karşıladım dün. Perdeli bir mutluluk oldu benimkisi.

Orhan Pamuk ülkemizde haklı saldırılara uğradı, siyasî beyanlarından ötürü. Herşeyden öte, ifade ettiği Ermeni katliamına dair konuşması "söylemden" öte geçemedi ve kendisi de bir tarihçi olmadığından, bunları belgelere dayandırmadı. Bunun dışında, elbette ki, bir yazarımızın böyle bir söylemi, sanki birilerine yaranmak istermişcesine, ülkesinden uzakta dile getirmesi, kendi vatandaşlarını, aynı havayı soluduğu, aynı kaderi paylaştığı, aynı caddeleri arşınladığı insanları irkiltti. Ancak, o dönemler kazan kaldıranlar da, en az onun kadar suçludur. Zira, bu söylemde bulunan bir insana tepkisiz kalınması düşünülememekle birlikte, kitaplarını yakmaya kalkmak, aforoz etmeye çalışmak, uygar bir topluma yakışmayacak bir tavırdı. En azından ben kendime bu davranışı yakıştırmadım hiç bir zaman.

Pamuk'un yazdıkları bana hiç bir zaman "sıcak" gelmedi. Ancak, yine de okudum. Piyasada yazar olarak anılan bir çok yazandan çok daha iyi bir yazardır kendisi. Beğenseniz de, beğenmeseniz de, güneşi balçıkla sıvamamak gerekir. Türk diline hakimiyeti çok iyidir, olayları gözlemleyişi mükemmeldir. Özellikle "Cevdet Bey ve Oğulları", bir dönemin Türkiye'sine çok belirgin bir ışık tutmuştur.

Edebiyat dünyasından pek fazla sevinen çıkmadı ülkemde. Asıl üzücü olan budur. Acaba, bunun altında, "Neden o? Ben değil?" kıskançlığı mı yatmaktadır? Yoksa, kafatasçı bir zihniyetle mi bakılmaktadır? Kestiremedim açıkçası. Ben, daha büyük bir mutluluğun yaşanmış olmasını dilerdim.

Farkında mısınız? İlk defa ülkemizde bir Nobel mutluluğu yaşanıyor. Bu buruk kalmamalı. Kaldı ki, bugün ortalarda yazar diye dolaşanların, oturup bir daha düşünmesi gerekecek ne yazdıklarını. Popülarite sağlamak amacıyla birşeyler karalamak başka birşeydir, "edip" olabilmek başka birşeydir.

Umalım ki, bundan sonra yayınevlerimiz de, gerçekten değeri olan, "edip"lerimizn önlerini açsın. Değerli bir eseri, "Bu prim yapmaz" deyip, yazarların popüler kimliklerine göre değerlendirmesin. Eminim, yeni palazlanmakta olan, ama popülariteleri olmadığından, bir kenarda kalmış ve gözyaşı dökmekte olan onlarca, belki de yüzlerce yazar vardır, bugün birçoğumuzun tanımadığı. Umalım ki, yayınevlerine de kalite gelsin de, bundan sonra "edip" ile, bilgisayar başında seks fantezileri üretip, bunları kaleme alanları payelendirmesinler. Asıl utanç duymanız gereken bu olmalıdır değerli edebiyat severler.

Orhan Pamuk'un şahsına uzak bir mesafedeyim. Yukarıda da andığım siyasî çıkışı beni de derinden üzmüştür. Ancak, farkında mısınız? Türkiye Nobel ödülü sahibi oldu. Bunun için de kesinlikle bu olay beni çok mutlu etti ve Sayın Pamuk'a teşekkür ederim.

Kendisine olan siyasî kırgınlığımdan ötürü kendisini kutlamıyorum, ama dediğim gibi, Nobel büyük bir ödüldür, ülkemizde de yayınevlerini ve "edip" kimliğine haiz olmayan kişileri de sorgulamaya iteceğinden, Nobel'imiz kutlu olsun; teşekkür ederim Orhan Pamuk, diyorum.

13/10/2006
Birsen Şahin

Çarşamba, Ekim 11, 2006

Müzeyyen Senar





Müzeyyen Senar, (doğum 1919, Bursa) Türk Musiksinin ünlü ses sanatçısı.

Müzik eğitimine Anadolu Musiki Cemiyeti'nde, kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde başladı. Hayranlık uyandıran bir sese sahip olan bu yetenekli kız çocuğunun ünü yayıldıkça, hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lem'i Atlı, Mustafa Nafiz Irmak gibi devrin önemli üstadları da ona dersler verdiler, zamanın sevilen şarkılarının yanı sıra, kendi bestelerini de öğretip söylemesine yardımcı oldular.

Kemal Niyazi Bey ve İstanbul Radyosu'nda şarkı söylemeye başlayan Senar, perşembe günleri ilgiyle izlenen bu programla geniş kitlelere adını duyurdu. Senar'ı bu programda dinleyenler arasında, İstanbul'un en önemli müzikhollerinden biri olan 10. Yıl Belvü Gazinosu'nun sahibi İbrahim Dervişzâde de bulunuyordu ve gazinonun 1933 yılının yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar'ı da aldı. Senar, sonraki yıllarda İstanbul'un başka ünlü gazinolarında da sahne aldı.

Müzeyyen Senar'ın yeteneği, Cumhuriyet'in kurucusu ve Türk sanat müziğinin büyük hayranı Mustafa Kemal Atatürk'ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez onun huzurunda, özel meclislerinde şarkı okudu.

1938 yılında Ankara Radyosu'nun ilk yayınlarına katıldı ve 1941 yılına dek radyo aracılığıyla dinleyicileri ile buluşmayı sürdürdü. Türkiye'nin ünlü gazinolarında yaptığı başarılı sahne programları ve plak çalışmalarıyla Türk müziğine yeni bir soluk getiren Müzeyyen Senar, son sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu'nda verdi. Bu tarihten sonra yalnızca ender anlarda, müzikli özel toplantılarda şarkı söyledi.

Müzeyyen Senar 1998 yılında Devlet Sanatçısı seçildi.


Kaynak http://tr.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCzeyyen_Senar

Cuma, Ekim 06, 2006

Elvis Presley-You were allways on my mind





Maybe I didn't treat you
Quite as good as I should have
Maybe I didn't love you
Quite as often as I could have
Little things I should have said and done
I just never took the time

You were always on my mind
You were always on my mind

Tell me, tell me that your sweet love hasn't died
Give me, give me one more chance
To keep you satisfied, satisfied

Maybe I didn't hold you
All those lonely, lonely times
And I guess I never told you
I'm so happy that you're mine
If I make you feel second best
Girl, I'm sorry I was blind

You were always on my mind
You were always on my mind

Tell me, tell me that your sweet love hasn't died
Give me, give me one more chance
To keep you satisfied, satisfied

Little things I should have said and done
I just never took the time
You were always on my mind
You are always on my mind
You are always on my mind

Perşembe, Ekim 05, 2006

Funda Arar - Sevda Yanığı

Salı, Ekim 03, 2006

Funda Arar ve Tufan Kıraç









Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11