“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Cumartesi, Ekim 01, 2005

Okuyucularıma not

Baktığınızda ilk sayfaları göremeyebilirsiniz.

Lütfen sağda ''Previous Posts'' altında belirtilen başlıkların en alttakini tıklayın ki, bir önceki sayfayı görebilesiniz; bu işlemi devam ettirmek suretiyle, ilk sayfaya ulaşabilirsiniz.

Teşekkürler
Birsen Şahin
http://members.lycos.co.uk/onlinesezen/viewforum.php?f=5&sid=
Yukarıda verdiğim linkten de yazdıklarıma ulaşabilirsiniz.

Hangimiz Daha Yalnızız?


Yıllar sonra kavuşabilmişti kızkardeşine. İlk anların yabancılığını hissetse de, ayrıldıklarında ilkokula yeni başlamış olduklarından ve hatta bazı fotoğrafları da olduğundan birlikte çektirdikleri, en azından bir kardeşi olduğunu biliyordu her biri ve kırık dökük de olsa, lime lime anılar hep kalmıştı yüreğinin bir tarafında. Akılda kalma denemezdi buna, çünkü akılda kaldığı zaman, karşınızdakinin görüntüsüne dair bir şeyler de hatırlarsınız; oysa, eğer o kişiyi canlandıramıyorsanız gözünüzün önünde, çok eskide kalmış olduğundan anılarınız, sadece birlikte geçirdiğiniz zamanların bıraktığı tadlardır o anları unutmanızı engelleyen, işte onlardır yüreğinizin silmeyi reddettiği, onlardır özlemleriniz, onlardır isimlendiremediğiniz anılarınız, o zaman ancak hayal meyal yaşanmışlıklardır tam canlandıramadığınız bu yüreğinizin gizledikleri. Biri kızıl saçlı, saçları omuz hizasında, balık etinde, sağlıklı görünümlü, özgüveni gelişmiş bakışları delip geçiyor gözbebeklerinizi de adeta bir şey gizleyemiyormuşsunuzcasına ondan, bakıyor içinize, çırıl çıplak bırakarak sizi. Tırnakları uzun ve pembe ojelenmiş, elleri oldukça bakımlı. Balık etinde olmasına rağmen, tepeden tırnağa beyazlara bürünmeyi göze alacak kadar cesur. Derin yırtmacı sağ bacağını gösteren eteği oldukça tiril tiril bir yumuşaklıkta, aynı kumaştan gömleği de belden siyah bir kemerle toplanmış, bel oyuntusunu belirlemek için iyice. Gömleği yakasız bir gömlek, bisiklet yaka kesimli, ama oldukça dekolte. Sanki boğazını cenderelerden kurtarmak istiyormuşcasına göğsüne yakın bisiklet yakanın oyuğu. Ayağındaki beyaz pabuçların burnu hafif oyuk, tam üzerinde, önde bir fiyonk var, beyaz üzerine siyah puanlı. Arkası dekolte pabuçların topukları ince ve topuklarında dahi en ufak bir çizik yok, hoş kullanıldıklarını belli edercesine. Yanık teni görünüyor eteğinin yırtmacından ve ayaklarının dekoltesinden, hafif ucundan da pembe cilalı ayak tırnakları. Sağ ayak bileğinde gümüş bir hal hal taşıyor, üzerinde siyah ve beyaz minicik inci toplar bulunan. Yıllar önce izini kaybedip de ulaşabildiği kız kardeşini süzüyor, delici bakışlarıyla. İçinde bir şeyler titriyor, belki koyverse, bağıra bağıra ağlayacak, ama hasta yatağında ve hatta belki de son nefesinde bulduğu küçük kardeşini dünyasında sarsmamak için, tutuyor boğazına düğümlenen yumruları ve itiyor gözpınarlarına kadar gelen taşkın dereleri. Anneleri ölünce, babaları fakirlikten ve bir erkek başına, birer yaş arayla doğmuş kızlarına bakamamak endişesiyle evlatlık vermişti kızlarını. Kader bu ya, biri Amerika’ya gitmişti ve çocukluğunu dünyanın en büyük metropollerinden birinde geçirmiş, okumuş ve ayakları üzerine basmayı öğrenmişti. Diğeri Adana’nın köylerinden birinde yaşayan bir aileye evlatlık verilmişti. Aslında çok fazla bilgisi yoktu kızkardeşinin hayatı hakkında. Ne kadar çok aramıştı oysa, ne uzun yıllar boyunca. Ulaşamamıştı bir türlü. Hiç tarzı olmamasına rağmen insanları kavuşturan bir televizyon programına müracaat etmeyi düşünmüştü en sonunda pek fazla umutlanmayarak aslında. Müracaatından dört ay sonra kızkardeşinin yanıbaşında, başucundaydı şimdi işte. Ulaşmıştı ona. Ulaşmış mıydı? Acaba son bir defa daha gözlerini açabilecek miydi kızkardeşi, son bir kez daha sesini duyabilecek miydi küçüğünün? Acı yüreğini bir kez daha dağladı. Yalnızlık iliklerini bir kez daha titretti. Dünyanın öbür ucundan, kaç saatlik uçak yolculuğu boyunca uyku girmemişti gözlerine. Ancak İstanbul’da inip de, Adana’ya uçarken uyuklamıştı biraz işte. Yani neredeyse bir gün hiç uyumamıştı doğru dürüst. Ama uykusuzluk değildi zaten onu böyle yıkan, dünyada sahip olduğu tek kardeşini ölüm döşeğinde bulabilmişlikti, dağıtan, paramparça eden. Kardeşinin eşi anlatmıştı biraz önce, nasıl toplum dışına itildiklerini Ayşe’nin aids olduğu öğrenildikten sonra. Aslında bu hiçbir şey değildi. Asıl bir ay önce hayata veda eden tek oğullarının yaşadıkları yıkmıştı aileyi. Ana-oğul, ikisine de aids teşhisi konmuştu. En çok, biricik oğullarının okuldan uzak tutulmasıydı bütün aileyi yıkan. Bütün arkadaşlarının çocuktan uzaklaşmasıydı. Koskoca şehirde, yapayalnız kalmışlardı da sonunda çareyi, şehrin dışında bir gece kondu mahallesinde tek katlı bir ev kiralayıp yaşamayı seçerek bulmuşlardı. Ama çevrede insanlar vardı işte ve çocuklar ganiydi her fakir mahallesinde olduğu gibi. Bütün gün çocuk cıvıltılarını içeriden seyretmekle yetinmek zorundaydı küçük Ozan. O çocuğun toplum dışına itilmişliği, yalnızlığı, ölümünü hızlandırmıştı. Evinde sadece annesi ile oynayabilen çocuk, zaman zaman hırçınlaşmış, zaman zaman hırsından duvarları tekmelemişti. Aids hastası olmanın bedelini yalnızlıkla ödemişti küçücük beden. Hangi anayı kahretmezdi böyle bir vurudumduymazlığı o toplumun? İşte, Ayşe de yolun sonuna gelmişti hızla yavrusunun çektiği acılar ve erken ölümü sonunda. Tutamadı kendisini, dimdik durmayı bu saate kadar başarabilmiş Fatma. Dayanamıyordu artık, bıraktı selleri yanaklarından süzülsün diye. Engellemiyordu. Biricik kızkardeşinin ölüm döşeğinde, bir kerecik olsun gözünü açmasını beklerken, bir kerecik olsun sesini duyma özlemiyle yanarken, kızkardeşinin yaşadığı yenilgiler karşısında bütün direncini yitirmişti sonunda. Bir taraftan o küçücük çocuğun, hiç gerekmediği halde toplum dışına itilmesinin acısı yüreğini dağlarken, diğer taraftan da kızkardeşinin bir kerecik olsun gözünü açıp açamayacağının endişesi, ona bir kez olsun sarılıp, sesini duyup duyamayacağının belirsizliği yakıyordu etini, binlerce toplu iğne batırırcasına teninin her bir noktasına. İnsanlar aids oldu diye bu kadar yalnızlığa, kimsesizliğe terk edimemeliydi. Ama böyleydi işte gerçekler! Bu kadar acımasızdı ademoğlu! Öğreninceye kadar aidsin ancak belirli koşullar altında bir diğerine bulaşacağını, en kestirme yol olarak, üstelik de en çok morale ihtiyaç duydukları dönemlerde, böylesine acımasızca bir kenara itiyordu hastalarını. Koskoca bir şehirde, dört duvar arasında yalnız bırakabiliyorlardı hastayı. ‘’Ne olur bir kerecik aç gözlerini. Bir kerecik olsun ‘abla’ de bebeğim; ne olur! Sen benim tek varlığımsın kanımdan olan. Senden başka kimsem kalmadı dünyada. Ah! Ne çok geç bulabildim seni. Ah! Ne çok yalnızlık çektim ben de o koca dünyada bir bilsen, senden uzakta, senin var olduğunu ve bir yerlerde olduğunu bilerek hem de. Hangimiz daha yalnızdık aslında? Sen mi, hastalıklarınızdan ötürü ailecek toplum dışına itilmişliğinizle? Yoksa, ben mi? Koskoca bir megakentte, ne amerikalı olabilmeyi başararak, ya da memlektimde, bir yabancı, amerikalı türk olarak bulunmakla? Hangimiz küçüğüm? Ne olur bir kez daha yalnız bırakma beni hemen. Ne olur bir kerecik olsun aç gözlerini. Bir kerecik ! Ne olur!’’

Birsen Şahin

http://members.lycos.co.uk/onlinesezen/viewforum.php?f=5&sid=

Bedri Baykam'dan

Ekte gördüğünüz yazı, İstanbul'da toplanan taraflı-tek yönlü Ermeni Konferansı hakkında bir yabancı gazeteye yolladığım ingilizce yanıt. Ana fikri, Türkiye'nin ve Türk tarihçilerinin 1915 olayları konusunda hiç çekinmeden her türlü tartışmaya herkesle açık oldukları fakat kendilerini dışlayan ve "soykırım olmamıştır diyen herkesi "resmi görüş altında yok sayan bir mantığı kabullenemediklerini aktarıyor. Sonuç olarak Türkiye'de bu toplantıya gösterilen tepkilerin, toplantının konusuyla değil, davet edilen konukların tarafsızlığıyla ilgili olduğunu izah edip, bu konuda batı basınında çıkan yanlış yorumları düzeltiyor. Bu yazının çevrenizde mümkün olduğu kadar geniş bir alana ve özellikle yabancı sitelere,yahoo tartışma gruplarına ve yerli-yabancıı dostlarınıza yayarsanız bu tek yönlü medyatik linç ve kanamayı biraz durdurabiliriz.

En iyi dileklerle, saygılarla Bedri Baykam

(THE ARMENIAN CONFERENCE AND) THE ART OF MISINFORMATION The conference about the allegations regarding the Armenian Massacre in 1915, held in Istanbul last week-end, right before Turkey's debut talks with the EU this coming week, has been mainly the subject of several misleading news in the international press, including the IHT. It is interesting that the West has a serious inclination to publish several one-sided articles regarding Turkey, concerning the EU or Cyprus or for the Kurdish issue. The reason why the organization of such a conference in Istanbul created a public outrage was not because of its critical subject matter. The outrage was due to the fact that the conference didn't carry any impartiality or academic objectivity whatsoever. Among the invited participants there was not one single name among the renowned Turkish senior diplomats or Turkish historians that would defend Turkey's position vis a vis the allegations regarding the so called ''Armenian Genocide''. International foreign historians such as Bernard Lewis or Justin Mc Carthy were not invited either. I guess they carried -unfortunately for the subjective organizers- the ''guilt'' of believing that there had not been a genocide. I believe that world readers deserve to know more about such touchy issues than the long repeated cliches are supposed to do. To have any democratic free discussion about any subject, you have to listen to both sides of the story first. If there is no anti-thesis, than there can never be a synthesis or a possibly reached common ground. Such a futile enterprise of choosing to omit one side of the discussion-table deliberately, only results in a ridiculous, unconvincing effort to try a one-sided brain wash. This conference had already been tried to be assembled last May with the same one-sidedness, and had been postponed because of reactions of the Turkish general public. If the Turkish Justice Minister Cemil Çiçek had said ''They are stabbing us from our back'' at the time, it was not because of the subject of the conference but it was because of its ill/minded narrow approach. So when the IHT mentions the words of Ms. Krizstina Nagy, the EUs/executive spokeswoman, saying that the court-decision ''lacks any legal motivation'' she it? also chooses to disregard the conference organizers critically narrow approach and misleading guidance. Nevertheless, those of us Turks who are Kemalists, that is, believing in a fully secular democracy and freedom of expression, think that the court decision was not appropriate and the conference should still have been held without the one day delay and all the legal mess. This is because such a legal action, as well as the actions of the one suing Turkish writer Orhan Pamuk, only contribute largely to keeping intact the prejudiced approach that in Turkey ''Democracy does not work well and the democrat intellectuals are severely punished'' Not that anything would come of such legal cases, except for building artificial heroes and fake martyrs of democracy. Pamuk is a typical case of a false hero of democracy. He never takes a position against the rise of Islamic fundamentalism, or against separatist Kurdish groups, all he goes by, is criticizing the Turkish state in a manner that has been existing in western media and politics for over 30 years, if not a full century. It's an attitude that pays off well for an ''international writer'' in need of publicity. So when he states to a foreign paper that ''Turks have massacred 30,000 Kurds and 1 million Armenians'' without any arguments or serious proofs, it only serves as the good example to use in due time by foreign critics of Turkey. Pamuk is ''The Trojan Horse'' that serves well its purpose. He's not knowledgable in those fields and he uses dramatically the campaigns on the rumors around Turkey, gives them an approval stamp, and gets full credit for his services. If you are looking for real martyrs of democracy in Turkey, you can search all those writers of the leftist Kemalist daily newspaper Cumhuriyet, who have, since 1990's, been assasinated by terrorists groups who are enemies of the secular democracy. What should Turkey have done? Not fight the bloody separatist terrorism led by the PKK, that killed thousands of Turkish as well Kurdish civilians and let the country be separated? Is that what France has done in Corsica or what Spain has done for ETA terrorism? The misleading content of the news can be so alarming that even when my own words are used by the French press, I read that I say '' make a false hero of Orhan Pamuk'' without any logic behind my argument, not even the one sidedness of the above-mentioned conference. In the Western press, it is almost never mentioned why Turkey denies the allegations of a ''Genocide''. Turkey, accepts that there has been a bloody internal war, but this had nothing to do with a genocide. For centuries and centuries, the Ottoman Empire lived peacefully with all ethnicities in its lands. Is it easy to believe the story that, one day in 1915, when the Empire who was at its knees and two inches away from being eventually ''eaten up'' by the allied forces, Ottomans would wake up one morning and decide to go hunting for Armenians out of the blue? The position taken by historians who refute the idea of a genocide is that the Ottoman Empire was defending itself, when some Armenian armed bands attacked the eastern territories of the sinking Empire and that it was just an unfortunate war which was not started by the Ottomans. One other thing that is also often disregarded, is how the Armenian terrorist group ASALA killed about 33 Turkish diplomats and civil servants in the 70's and the 1980's in a senseless ill-minded revenge spirit. At any rate Turkey has signed the UN treaty regarding genocides and there has never been an international court ruling against Turkey in this specific case. Only some undemocratic governments around the world have succumbed to the pressures of Armenian lobby groups and have ended up condemning Turkey one-sidedly on this issue. France has gone through the shame of coming to the point of forbidding anybody to even mention that ''The Genocide didn't take place''. Should this be the behavior of a country that wants to be seen as the heart of democracy? How would French people feel and behave if tomorrow there was a large scale conference bringing together only people that said that the Vichy government during 2nd World War was very democratic and that all allegations against them were unfounded? Wouldn't the same protests happen in France? We should also make a note that the Association for International researchers on genocide has published in the IHT on sept 23, 2005 an open letter addressed to Turkish Prime Minister Erdoðan: They have emphasized their point of view that there is no need for further researchs or discussions on this issue of the ''1915 Genocide'' and that the Turkish historians arguments are the only ''official versions'' of history. This proves again how eager this organization is, to close all possibilities of an objective debate and just wants to condemn Turkey only through a ''fait accompli&'' without facing any counter-ideas. In a very parallel attitude, the Armenian conference in Istanbul was the fruit of an unheard of desire to execute one-sidedly a country and stain its honor in a court-like assembly that would be more a stage-set tragic-comedy than anything else and especially not the behavior of a free university searching for the truth and world peace. Us Turks, contrary to what the people of the West are led to believe, are ready to listen to all accusations concerning history and discuss every subject freely. We are definitely mature enough and sure of our position, as well as our openness to hear opposite ideas. But do enemies of Turkey have the same approach? I'm afraid not. The only excuse I can find for the world press attitude in regards to this ''so-called conference'' is that they must never have heard the case of the university of a country trying to block totally the ideas that would only use a democratic right to answer and defend that same country's honor!

Bedri Baykam

Beşik Gibi Sallanır Acun Kızdığında!


Sabah ezanı okunuyor şu anda. Birazdan gün doğacak şehrime. Bu ezan sesi beni birkaç yıl öncesine götürdü. O büyük sarsıntı hepimizi uykusundan fırlatmıştı. Evet, uyanmak denmez buna, fırlatılmak denir ancak. Nereden bilebilirdim ki, henüz üç aylık Prensesimin bütün gece uyumamam için başımı yolup indirmelerinde bir ikaz vardı? Bilemedim. Zaten ona aldırmam da mümkün değildi biyolojik olarak. O yerkabuğunun büyük çatlamasından bir kaç saat önce dönmüştüm ülkeme. Üstelik de son iki günü uyumadan geçirmiştim. Yaşım gereği depremlere alışık olduğumdan, daha sallanmaya başlar başlamaz, onca uykusuzluğuma rağmen anlamıştım depremin büyüklüğünü. Deli gibi fırladım yatağımdan ve ışığı açtım. Fakat öyle şiddetle sarsılıyordum ki, ışığı yakar yakmaz kapıya çarptım. Oğlum vardı aklımda. Çıldırıyordum! Çünkü oğlum ilk defa depremle tanışıyordu. Küçükken tanımlayamadığı yer sarsıntıları olmuştu, ama onları hatırlaması mümkün değildi. Çok küçüktü henüz o zamanlar. Kimbilir, belki de oyun gibi algılamıştır o yaşlarda depremi. Ama bu kez acun çok kızmıştı ademoğluna. Hem de çooook!..... Bir annenin ilk aklına gelen evladıdır ve ilk ona koşar ya, ben de deli gibi yavruma ulaşmaya çalışıyordum. Ellerimi önüme uzattım kendimi korumak için. Bir o duvara vuruyordum, bir bu duvara. Daire kapımızın önünde buluştuk oğlumla. Bir an deli gibi onu dışarı çıkartmak istedim. Fakat öyle sallıyordu ki acun, bu mümkün görünmüyordu. Üstelik bir de en üst katta oturuyorduk. Merdivenler ne kadar dayanabilirdi bu sallanmaya? Tek hatırladığım, alt katlar çift daire olduğundan, tam daire kapısının olduğu bölümde çok fazla kolon vardı apartmanımızda. En akıllısı burada beklemek göründü. Acun çok sinirliydi. Bütün kızgınlığını kusuyordu. Kızgınlığı dinmek bilmiyordu. Ne yapıp edip yavrumu, gözümün bebeğini, en büyük aşkımı dışarıya çıkartmalıydım. O son sallayışında acunun bir de baktım ki, oğlumdan on santim kısa olan boyumla oğlumu tepeden tırnağa sarıp, sarmalamışım. O gece bedenim büyüdü sanki. Nihayet bir nefes almak için o büyük yaygaralarına ara verdi acun. İşte ancak o zaman aklıma geldi sevgili anacığım. Özür diledim ondan, binlerce defa hem de. Sonra da, -Sen daha iyi bilirsin ama bu duyguyu anam. O benim yavrum. Doğurmasam da yavrum o benim. Affet anam, bağışla beni... Ana olur da bağışlamaz mı hiç? Acunun bu nefes almasını fırsat bilerek hem yavrumu, hem anneciğimi dışarıya çıkarttım. Baktım ki, komşularımın çoğu dışarıda. Sabah ezanı okunuyordu sohbetlerimiz arasında.... Biz komşularımızı bulduk acunun o nefret dolu gününde.

Birsen Şahin

Bohçamdaki Gözyaşlarım

Öteki Üzerine Düşünmek

Benim için ''öteki'' değil; sen, ben gibi. Var mı garantisi insanoğlunun yarın ne olacağına dair? Ben bir sigara içicisiyim; yarın ne olacağımı bilmiyorum. Belki o zor kararı verip, bırakabileceğim yakın zamanda, belki de bırakamayacak ve bazı uzuvlarımı kaybedeceğim, hatta belki de aklımı. Kaybetmeyeceğimin garantisi var mı? Bana kimse bu garanti belgesini tevdi etmedi, benim elimde yok o belge. Onun için, yarın nerede, hangi şartlarda yaşıyor olacağımı bilemiyorum. Hatta bazen düşündükçe sigara karşısındaki iradesizliğe küfrediyorum; korkuyorum bazen yarından-her ne kadar hayatımın geneline yayılmasa da bu korku-korkuyorum yarın bir gün çırılçıplak sokaklara fırlayacak kadar aklımı yitirmekten, korkuyorum bazen evimi yakabilmekten ve evsiz kalmaktan, korkuyorum bazen deprem ile bütün mal varlığımı yitirmekten-ki çok bir şey değil ama yeterli-, korkuyorum bazen iki bacağımı yitirmekten, ve mahkum kalmaktan başkalarına. İşte o zaman benim o horgördüğümüz, zavallı, pislik içinde, serserice yaşam süren 'öteki'den farkım ne olacak gözlerinizde insanoğlu/kızı? Saymaya başlayınca tutamıyorum kendimi, verebileceğim onlarca örnek var bu konuda. Ama en iyisi daha fazla ileriye gitmeyeyim de, korkularımı hayatımın geneline yaymama sözümü tutmuş olayım. Çünkü, her şeye rağmen korkulardan ibaret değildir yaşam, umutlar da vardır. Umut dedim de, yaşadığım bir olayı da ilave etmek isterim buraya: Bir gün Koza Han'da oturdum, çay içiyorum. Küçücük, hatta küçümencik bir erkek çocuğu yaklaştı yanıma. Sakız satıyordu, zor duyulur sesiyle. Kime kızacağıma karar veremedim. Onun bu durumda çalışmasını talep eden ve/veya göz yuman aileye mi? Onu bu durumda görüp de sahip çıkmayan topluma mı? Ona böyle bir çocukluk hazırlayan siyasetçilere mi? Sıyrıldım bir süre kızgınlıklarımdan ve oturttum masama. İkimize de birer simit aldık, çay da söyledik Koza Han'da; muhabbet ederek yedik, içtik. Sonra yolcu ettim miniminnacığı yine kurtlar sofrasına, çünkü daha fazlasını yapacak gücüm yoktu. Her şey rağmen, umuyorum ki, bu çocuk insanlığa olan umutlarını tümden kaybetmemiş olsun, ufacık iyi şeyler de yapabilen teyzeler, amcalar da olduğunu görmüş olsun. Umuyorum..... Ve yine umuyorum ki ey ademoğlu/kızı, ufacık ufacık şeyler var yapabileceğiniz. Hatta bazen maaşınızdan ayıracağınız bir on veya yirmi lira ile bir çocuğun okumasına bile katkıda bulunabilirsiniz, işte o yukarıdaki anlatılan insanların azalması çabası adına. Bu, insanlık borcumuz bizim. Çünkü eminim hiç bir insan seçmez perişan ve sürünerek yaşamayı. Böyle bir seçim mümkün değil. Ha, tabii ki her insan da aynı şartları yaşayamaz, demem o değil zaten, ama ne olur karnı tok, sırtı pek olarak yaşayacak konuma gelelim, yapabildiğimizce. Lütfen, 'düşünelim'!!! Gözyaşlarımızı bohçamızda biriktirmeden önce düşünelim ve küçücük de olsa çözümler bulalım. Damlaya damlaya çözüm olması umuduyla...

Birsen Şahin

Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11