“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Cumartesi, Ekim 01, 2005

Hangimiz Daha Yalnızız?


Yıllar sonra kavuşabilmişti kızkardeşine. İlk anların yabancılığını hissetse de, ayrıldıklarında ilkokula yeni başlamış olduklarından ve hatta bazı fotoğrafları da olduğundan birlikte çektirdikleri, en azından bir kardeşi olduğunu biliyordu her biri ve kırık dökük de olsa, lime lime anılar hep kalmıştı yüreğinin bir tarafında. Akılda kalma denemezdi buna, çünkü akılda kaldığı zaman, karşınızdakinin görüntüsüne dair bir şeyler de hatırlarsınız; oysa, eğer o kişiyi canlandıramıyorsanız gözünüzün önünde, çok eskide kalmış olduğundan anılarınız, sadece birlikte geçirdiğiniz zamanların bıraktığı tadlardır o anları unutmanızı engelleyen, işte onlardır yüreğinizin silmeyi reddettiği, onlardır özlemleriniz, onlardır isimlendiremediğiniz anılarınız, o zaman ancak hayal meyal yaşanmışlıklardır tam canlandıramadığınız bu yüreğinizin gizledikleri. Biri kızıl saçlı, saçları omuz hizasında, balık etinde, sağlıklı görünümlü, özgüveni gelişmiş bakışları delip geçiyor gözbebeklerinizi de adeta bir şey gizleyemiyormuşsunuzcasına ondan, bakıyor içinize, çırıl çıplak bırakarak sizi. Tırnakları uzun ve pembe ojelenmiş, elleri oldukça bakımlı. Balık etinde olmasına rağmen, tepeden tırnağa beyazlara bürünmeyi göze alacak kadar cesur. Derin yırtmacı sağ bacağını gösteren eteği oldukça tiril tiril bir yumuşaklıkta, aynı kumaştan gömleği de belden siyah bir kemerle toplanmış, bel oyuntusunu belirlemek için iyice. Gömleği yakasız bir gömlek, bisiklet yaka kesimli, ama oldukça dekolte. Sanki boğazını cenderelerden kurtarmak istiyormuşcasına göğsüne yakın bisiklet yakanın oyuğu. Ayağındaki beyaz pabuçların burnu hafif oyuk, tam üzerinde, önde bir fiyonk var, beyaz üzerine siyah puanlı. Arkası dekolte pabuçların topukları ince ve topuklarında dahi en ufak bir çizik yok, hoş kullanıldıklarını belli edercesine. Yanık teni görünüyor eteğinin yırtmacından ve ayaklarının dekoltesinden, hafif ucundan da pembe cilalı ayak tırnakları. Sağ ayak bileğinde gümüş bir hal hal taşıyor, üzerinde siyah ve beyaz minicik inci toplar bulunan. Yıllar önce izini kaybedip de ulaşabildiği kız kardeşini süzüyor, delici bakışlarıyla. İçinde bir şeyler titriyor, belki koyverse, bağıra bağıra ağlayacak, ama hasta yatağında ve hatta belki de son nefesinde bulduğu küçük kardeşini dünyasında sarsmamak için, tutuyor boğazına düğümlenen yumruları ve itiyor gözpınarlarına kadar gelen taşkın dereleri. Anneleri ölünce, babaları fakirlikten ve bir erkek başına, birer yaş arayla doğmuş kızlarına bakamamak endişesiyle evlatlık vermişti kızlarını. Kader bu ya, biri Amerika’ya gitmişti ve çocukluğunu dünyanın en büyük metropollerinden birinde geçirmiş, okumuş ve ayakları üzerine basmayı öğrenmişti. Diğeri Adana’nın köylerinden birinde yaşayan bir aileye evlatlık verilmişti. Aslında çok fazla bilgisi yoktu kızkardeşinin hayatı hakkında. Ne kadar çok aramıştı oysa, ne uzun yıllar boyunca. Ulaşamamıştı bir türlü. Hiç tarzı olmamasına rağmen insanları kavuşturan bir televizyon programına müracaat etmeyi düşünmüştü en sonunda pek fazla umutlanmayarak aslında. Müracaatından dört ay sonra kızkardeşinin yanıbaşında, başucundaydı şimdi işte. Ulaşmıştı ona. Ulaşmış mıydı? Acaba son bir defa daha gözlerini açabilecek miydi kızkardeşi, son bir kez daha sesini duyabilecek miydi küçüğünün? Acı yüreğini bir kez daha dağladı. Yalnızlık iliklerini bir kez daha titretti. Dünyanın öbür ucundan, kaç saatlik uçak yolculuğu boyunca uyku girmemişti gözlerine. Ancak İstanbul’da inip de, Adana’ya uçarken uyuklamıştı biraz işte. Yani neredeyse bir gün hiç uyumamıştı doğru dürüst. Ama uykusuzluk değildi zaten onu böyle yıkan, dünyada sahip olduğu tek kardeşini ölüm döşeğinde bulabilmişlikti, dağıtan, paramparça eden. Kardeşinin eşi anlatmıştı biraz önce, nasıl toplum dışına itildiklerini Ayşe’nin aids olduğu öğrenildikten sonra. Aslında bu hiçbir şey değildi. Asıl bir ay önce hayata veda eden tek oğullarının yaşadıkları yıkmıştı aileyi. Ana-oğul, ikisine de aids teşhisi konmuştu. En çok, biricik oğullarının okuldan uzak tutulmasıydı bütün aileyi yıkan. Bütün arkadaşlarının çocuktan uzaklaşmasıydı. Koskoca şehirde, yapayalnız kalmışlardı da sonunda çareyi, şehrin dışında bir gece kondu mahallesinde tek katlı bir ev kiralayıp yaşamayı seçerek bulmuşlardı. Ama çevrede insanlar vardı işte ve çocuklar ganiydi her fakir mahallesinde olduğu gibi. Bütün gün çocuk cıvıltılarını içeriden seyretmekle yetinmek zorundaydı küçük Ozan. O çocuğun toplum dışına itilmişliği, yalnızlığı, ölümünü hızlandırmıştı. Evinde sadece annesi ile oynayabilen çocuk, zaman zaman hırçınlaşmış, zaman zaman hırsından duvarları tekmelemişti. Aids hastası olmanın bedelini yalnızlıkla ödemişti küçücük beden. Hangi anayı kahretmezdi böyle bir vurudumduymazlığı o toplumun? İşte, Ayşe de yolun sonuna gelmişti hızla yavrusunun çektiği acılar ve erken ölümü sonunda. Tutamadı kendisini, dimdik durmayı bu saate kadar başarabilmiş Fatma. Dayanamıyordu artık, bıraktı selleri yanaklarından süzülsün diye. Engellemiyordu. Biricik kızkardeşinin ölüm döşeğinde, bir kerecik olsun gözünü açmasını beklerken, bir kerecik olsun sesini duyma özlemiyle yanarken, kızkardeşinin yaşadığı yenilgiler karşısında bütün direncini yitirmişti sonunda. Bir taraftan o küçücük çocuğun, hiç gerekmediği halde toplum dışına itilmesinin acısı yüreğini dağlarken, diğer taraftan da kızkardeşinin bir kerecik olsun gözünü açıp açamayacağının endişesi, ona bir kez olsun sarılıp, sesini duyup duyamayacağının belirsizliği yakıyordu etini, binlerce toplu iğne batırırcasına teninin her bir noktasına. İnsanlar aids oldu diye bu kadar yalnızlığa, kimsesizliğe terk edimemeliydi. Ama böyleydi işte gerçekler! Bu kadar acımasızdı ademoğlu! Öğreninceye kadar aidsin ancak belirli koşullar altında bir diğerine bulaşacağını, en kestirme yol olarak, üstelik de en çok morale ihtiyaç duydukları dönemlerde, böylesine acımasızca bir kenara itiyordu hastalarını. Koskoca bir şehirde, dört duvar arasında yalnız bırakabiliyorlardı hastayı. ‘’Ne olur bir kerecik aç gözlerini. Bir kerecik olsun ‘abla’ de bebeğim; ne olur! Sen benim tek varlığımsın kanımdan olan. Senden başka kimsem kalmadı dünyada. Ah! Ne çok geç bulabildim seni. Ah! Ne çok yalnızlık çektim ben de o koca dünyada bir bilsen, senden uzakta, senin var olduğunu ve bir yerlerde olduğunu bilerek hem de. Hangimiz daha yalnızdık aslında? Sen mi, hastalıklarınızdan ötürü ailecek toplum dışına itilmişliğinizle? Yoksa, ben mi? Koskoca bir megakentte, ne amerikalı olabilmeyi başararak, ya da memlektimde, bir yabancı, amerikalı türk olarak bulunmakla? Hangimiz küçüğüm? Ne olur bir kez daha yalnız bırakma beni hemen. Ne olur bir kerecik olsun aç gözlerini. Bir kerecik ! Ne olur!’’

Birsen Şahin

http://members.lycos.co.uk/onlinesezen/viewforum.php?f=5&sid=

Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11