“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Salı, Şubat 27, 2007

Bugün Lara Geldi : )





























Etiketler:

Cumartesi, Şubat 24, 2007

Kameriye


Yatak odamın penceresini açıp altı kat aşağıya baktım. Dokuz numaralı dairede oturan Sinan beyle eşi Muhsine hanım bahçedeler. Annemin bahçe demirbaşı olarak hediye ettiği masanın üzerine Muhsine hanım da güzel bir çiçekli masa örtüsü yerleştirmiş, içimiz açılsın diye sanırım. İyi de olmuş böyle. Annemin verdiği -kıyıp da yeni bir masa veremeyeceğine göre- eski bir masaydı ve plastik olduğundan mıdır nedir yıllar içerisinde güneşten rengini de atmıştı. Ne tuhaftır ki bu plastik masalar yıllarca güneşte kalınca şöyle sararmazlar diğer bir çok eşyada olduğu gibi, grileşir bunlar; işte bu da öyle olduğundan, iyi yakışmış, iç açıcı olmuş bu masa örtüsü üzerinde. Bu ikili plastik sandalyeleri de aldığımız ne iyi oldu. İster iki kişi oturulur kalabalık olunca, ister uzatılır ayaklar şöyle keyiflice.

Bahçe pek güzel oldu bu yıl. Bahçıvana dünyanın parasını verdik, olmalı tabii. Kasımda dikmişti bu hercaileri, bahar geldi hala capcanlılar, rengarenk. Bütün bahçe bolca gübrelenmişti, hatta çimi de attık da yeniden çimlendirdik kışa girmeden. Şimdi onlar da iyice canlandı. İşe yaradı o kadar gübrelediğimiz. Bir ara şaşırıp kaldı komşular bahçeye bu kadar para harcıyorum diye ama yine de yöneticiliğime müdahele etmediler. Yakındır artık, biri çıkar alır yöneticiliği, çünkü ben topladığım parayı güzelleşmeye, bahçe keyfine harcıyorum. İyi yaptım; bak, ne güzel masa koyacak yer hazırladım onlara, bir de betondan tezgah yaptım, tabak çanaklarını koysunlar diye mangal yaktıklarında. Hatta tezgahın altı da mangalı saklamaya, tüp falan koymaya müsait, yağmur yağdığı zaman ıslanmaz. İyi oldu, iyi iyi.

Muhsine hanımın elinde bir kitap var, o da okumayı seviyor. Zaten bizim apartmanda ondan ve benden başka okuyan yok ne yazık ki. Bir öğretmenimiz var, genç bir hanım, eşinden boşanmış, kızıyla birlikte yaşıyor. Rahmetli hocahanım teyzenin dairesini almıştı birkaç yıl önce. Evi alınca her yerini yıkıp, çok da güzel bir daire haline getirmişti. Çok şık giyinir, bazen taksi kullanır gideceği yere, gelirken de taksiyle gelir zaman zaman. Oysa dolmuş kapımızın önünden geçer. Tatillerini de çok güzel yerlerde geçirir uzun uzun. Evine kahve içmeye gittiğimde kendisinin ısrarı üzerine, bir kütüphanesi olmadığını görmüştüm. Kitap konusu açıldığında zaten kendisi “Aman bıktım okumaktan, yıllarca oku, sonra da öğretmen ol, artık hiçbir şey okumak istemiyor canım” demişti bana. Ne üzülmüştüm için için ve şaşalayarak.

Sinan bey çeviri yapıyor herhalde yine. Önünde bir dosya, bakıp bakıp elindeki mandalla kağıt tutturulmuş altlığa ilişik ayrı ayrı yapraklardan oluşan deftere bir şeyler yazıp duruyor. Arada sözlüğe bakıyor. Birkaç yıl Almanya’da öğretmenlik yaptıktan sonra iyice geliştirdi Almancasını, sonra sınavını verip, öğretmenliğin dışında tercümanlık da yapmaya başladı. Hem ek gelir sağlıyor, hem de boşluk yaşamıyor, oyalıyor kendisini. Ama onunki kendini oyalamak değil, parayı çok sever. Amaaan, neyse ne, bana ne. Yine de hiç olmazsa okumuş ve okumakta olan insanlar. Gerçi Sinan beyin kitap okuduğunu pek görmedim ya, Muhsine hanım onun eksikğini kapatıyordur.

Ben de alıp kitabımı ineyim. Keyifli görünüyor bu güzel havada bahçede olmak. Bir şeyler içiyorlar galiba.

-Komşum, iyi okumalar, keyifler iyi görünüyor.
-Siz de gelin aşağıya.
-Tamam. Ne içiyorsun? Getireyim mi kendime içecek, var mı sende bir şeyler?
-Kahve ve krema var, şeker ve sıcak su da var ama yedek fincanım yok. Fincanını al gel.
-Tamam, kitabımı da alayım geleyim.

Sinan bey kafasını kaldırıp bir selam verdi başıyla, ben de ona. Eşi kadar yakınlık hissetmiyorum ona, eskiden de hissetmezdim. Geçen zaman zarfında az çok anladım neden hissetmediğimi. Çatıştığımız zamanlar kesesini düşünen, gerektiğinde komşuluğunu zedelemeyi göze alabilen bir adam. Olsun, fazla üstünde durmamalı. Nasıl olsa bir yerlerde asgari müştereklerde anlaşmak zorundayız, samimi olmadan da halledebiliriz bunu.

Mutfaktan fincanımı alıp, altı kata aşağıya indim, arada merdiven otomatiği söndü ve bir daha yakmak zorunda kaldım. Yan komşumuzun apartmanında bir kez yakmak yetiyor merdiven otomatiğini, bizimkini nedense ben bir dakikalığa ayarladıkça, biri gelip değiştiriyor. Biliyoruz aslında hepimiz kim olduğunu, yaka silkiyoruz o aileden, ama bakalım nereye kadar gidecek bu aksilikleri? Elbet bir yerde tıkanacağız ve kıyamet kopacak.

-Gel komşum.
-Merhaba Muhsinanım, merhaba Sinan bey.
-Hoşgeldiniz, dedi Sinan bey hafif ayaklanarak ve elini uzatarak. Görüntüde saygıda hiç kusur etmez. Ama her nedense, bu adamda gizli, derinlerde başka bir kimlik daha saklıymış gibi gelir bana.

Havadan, sudan konuşmaya başladık Muhsine hanımla. Biraz lak lak ettikten sonra okuduğuna bir göz attım, menopoz hazırlığı üzerine bir kitapçıkmış. Yavaş yavaş yaklaşıyormuş zaman. Ben o dönemleri çok erken yaşlarda zorunlu katettiğimden, onun hazırlık yapmakta olduğu ve sıkıntılı geçecek o evreyi bir abla edasıyla hafifletmeye çalışıyorum komşumun gözünde, her ne kadar yaşça o benden büyük olsa da. Onun da fazla sıkıntısı olmayacaktır muhtemelen, söyledim bunu kendisine. Biliyorum ki artık, o aşırı sıkıntı basmalar, hatta bir ara korkup doktoruma sorduğum üst baş yolmalar bile olmuyor biz gibi okumuş, eğitimli kadınlar arasında. O zaman söylemişti bana Nuri bey, sadece kadınlığını kaybettiğine inanan kadınların bir son çırpınışlarıymış o çılgınlıklar. Ne kadar aptalca! Kadınlık ve doğurganlık eş anlamlı değil ki, olmamalı zaten. Kadın olarak doğarsın ama doğurgan olmayabilirsin. Biz Muhsine hanımla bunları konuşurken Sinan bey harıl harıl çalışıyor, başını kaldırmadan. Sadece bir ara elindeki işi yetiştirmeye çalıştığını söyledi eşi.

Bir ara konu yine dönüp dolaşıp bahçeye gelince Sinan beyin de ilgisini çekmiş olmalı ki, dayanamayıp söze karıştı,
-Kamelya da yaptıralım bahçeye.
-Sormayın, ben de çok istiyorum bahçemizde bir kameriye olmasını.
-Kameriye dediniz?
-Evet hocam, kameriye denir ya, siz kamelya olarak biliyorsunuz sanırım.
-Tabii Sinan, kameriyedir, sen dikkat etmedin herhalde, diye eşi de destekledi konuyu. Bir utangaçlık sardı iri cüsseli adamı ve bir anda önündeki kahveyi devirdi masanın üzerine.
Birsen Şahin
24 Şubat 2007

Çarşamba, Şubat 21, 2007

Yıl 2007

Fotoğraf Sanatçısı Piedro Elice


Maskenin ardında yüzüm
Alev alev kahkaha
Bir palyaço danseder
Alınan ilk nefesten
Araf’ta sıra bekleyen
Saate kadar

Başıma kaldırsam ayna
Tutmuş silahşör
Mezopotamya’da rakseden şeytana
Rahim cehennemdir kadına
Ölü yavrular kucağa
Düş/müş gerçeğim

Birsen Şahin
21 Şubat 2007

Çarşamba, Şubat 14, 2007

Gitme...




Ses verir uçlarım
Şahdamarın asiliğinde

Aldığım nefes gezer
Titreyen her bir hücrede

Gidersen uzak şehirlere
Güvercin kanadına asılır tabutum

Âmâ olursan ezele
Avunursan yeni bir canda

Erir gözüm,
Bir divitin ucunda
Her satırda dökülürüm

Nefes alamam
Emanetin

Kanatır tacımı


Birsen Şahin
14 Şubat 2007


Pazartesi, Şubat 12, 2007

Yeni Kitaplarım Geldiii

Cuma, Şubat 09, 2007

09 Şubat 1958

Bir kova daha doğdu

Kırkdokuz tane sene. Vurguya bağlı, öyle bir söylersin ki, azıcıkmış gibi gelir; ya da öyle bir söylersin ki, çooook uzun bir zaman dilimi gibi algılarsın.

Neler yaşar bir insan kırkdokuz yılda? Neler yaşamaz ki?

Ne yazık, bebekliğini bilememesi insanın. Keşke onu da hatırlayabilseydim, böyle bir imkân olabilseydi. Çok zorladığımda, beyaz kafalı bir kardeşim var; kardeşimin sacları o kadar sarıydı ki, neredeyse beyaz gibiydi; tombik birşeydi. Sanırım birbuçuk-iki yaşlarında, bu durumda ben de ya dörtbuçuk, ya da beş yaşlarımdayım. Ayağımda kırmızı pabuçlar var, ama sade kırmızı değil, sanırım beyaz bir şeyler var kırmızı ile birlikte. Yarın anneme sorayım bakayım, o hatırlayabilecek mi? Üzerimdeki elbise karpuz kol dediğimiz kollu, yakası yuvarlakça, ama dekoltesi var biraz, öyle boğazı sıkan cinsten değil. Üzerinde kayık resimleri var, toplar, bir şeyler daha var gibi, sanki olta gibi, tam net değil, ama ucunda ip gibi bir şeyler olduğuna göre, misina olmalı onlar diye düsünüyorum, beyaz zemin üzerine bir ebise. Ben kara kuru bir kızçocuğuyum. Çok zayıftım, çok da narin. Hani şu kırılıverecekmiş gibi olanlardan.

Bir bahçedeyiz. Biliyorum orayı, Çekirge'de bizim çocukluğumuzun Çayci Veysel'i, öyle anılırdı orası, yıllarca da yaşadı o çayci veysel, sonra bildiğiniz Dilmen yapıldı yerine. Bahçenin ortasında küçük şadırvanlı bir havuz var ama içinde balık var mı, yok mu göremiyorum. Öyle çok zaman geçmiş ki üzerinden, resim tam net olamıyor. Havuzun etrafında dönüp duruyorum, içine bakıyorum arada. Kardeşim tam bir canavar, o da koştu, hemen annem de
ardından, tekin herif değil, bir açıklık bulur da atıverir kendini havuza.

Bir gece babam var yanımızda, annem gelmemiş, Kültürparktayız, kardeşim, babam, ben. Babam fotoğrafımızı çekiyor. Burada biraz daha büyükçeyim. En azından okula gittiğimi bilecek kadar. Ama kaçıncı sınıf, onu pek çıkartamıyorum. Annem kendine diktiği abiye elbiseden artan parçayla bana da paket yaka, askılıca, askıları biraz kalın üşütmeyeyim diye, malum, nanemolla bir çocuğum ya, bir elbise dikmiş. Diktiği günleri hatırlamıyorum, provaları falan da hatırlamiyorum. Ama, o parka gittiğimiz gece onu giydirmiş bana. Elbise ışıl ışıl. Çok da güzel bir sarı üstelik. Bunu çok net biliyorum çünkü sonradan, gençkız olunca annemin tuvaletini bozup, kendime çok güzel bir kısa gece elbisesi yapmıştım, hatta üzerine de siyah tül bir bluz dikmiştim, bayağı değişik bir şey olmuştu. Kankırmızı, kocaman bir Türk bayrağı asılı parkta, demek ki ya 23 nisan, ya da 19 mayıs ki, bu kadar kocaman bir bayrak asmışlar. Babam fotoğrafımızı çekiyor. Ben tek fotoğraf çektiriyorum, bıkmışım kardeşimin deliliklerinden. Aslında ne o normal bir çocuktu, ne ben. O zirdeliler grubundan, ben de varsa yoksa okuyan, öğrenen, fazla sosyal olmayan tiplerden, asosyal değildim ama öyle çok da fazla içli dışlılığı seven bir çocuk da değildim zaten. Biri daha var yanımızda. Amcam, Hasan amcam bu. Evet, evet, bak, babam onun da fotoğrafını çekiyor.

İnsan yaşlandıkça eskileri daha mı net hatırlıyor ne?

Birsen Şahin

Salı, Şubat 06, 2007

İçim Acıyor








İçiniz acır mı bazen? Benim acır. Hem bugün daha da derin derin, sızım sızım sızlayarak acımakta. Özellikle bugün daha bir yanıyor yüreğimdeki kor, daha bir kavuruyor tenimi bütün uçlarına kadar. Tırnaklarım söküm söküm sükülüyor sanki, can acısından nereye saldıracağımı şaşırmış durumdayım; ya sadece tırnaklarım mı benim canımı böylesine yakan? Hayır! Sadece tırnaklarım değil, elimin bütün parmakları da dökülüyor adeta elimin ayasından.

Ya o boğazıma boğazıma hücüm eden kor? Ya onu nasıl anlatmalıyım? Boğulmak gibi sanki, yaşama veda etmek zorunda bırakılan o halat geçirilmiş de boynuma, tam son nefesimi verecekken bir an bollaştırılıyor, biraz nefes aldırıyor, sonra bir daha son nefes raddesine kadar sıkılıyor boğazım. Bu böyle daimi bir biçimde devam ediyor. Sanki bir an, artık bitse, versem şu son nefesi de, kurtulsam artık bu boğazlanmadan dedirtircesine.

Hele o midemi hiç sormayın. Hani bazen yangınlar olur midenizde, reflü rahatsızlığı neticesinde. Kızgın kızgın yağlar kaynar midenizde de, sonra birden boğazınıza kadar geliverir o kızgın yağlar. Ama, bir ilaç alınca rahatlayıverirsiniz. Oysa benim şu anda içerisinde bulunduğum durumun böyle bir ilaçla rahatlama gibi bir şansı da yok. Bu sanki şey gibi, bazen gece uyurken olur bana; gece geç yemek yediysem eğer, uykumun bir arasında boğulurum, nefes alamam, boğazımda kızgın yağ tadı ve boğulma duygusu aynı anda; gerçi sonrasında kuvvetli bir öksürükle atlatırım o tıkanmayı ve bir müddet sonra o yanmalar ve kızgın yağ tatları da gider ağzımdan, ama, bir an bunun tükenmemesiye sürdüğünü düşünün. İşte böyle hissetmekteyim şu anda midemde olanları.

Ya bacaklarım? Onları da atlamamalıyım. Bacaklarım hem var, hem yoklar. Sanki oturduğum sandalyeden ayağa kalksam, ayakta duramayacakmışım gibi, sanki yere düşüverecekmişim gibi bir his. Kaslarımı hissetmiyorum, sadece bir çuval kemik var bedenimin alt yanında. İskelet sistemi tek başına bir şey ifade etmediğinden, kaslar bir işe yaramayınca, belden aşağımı da pek buz gibi hissediyorum. Onun için ayağa kalktığımda yere kapaklanacakmışım gibi bir korku yaşamaktayım.

Biliyorum yardıma ihtiyacım var. Birilerine sesimi duyurmaya ihtiyacım var. Belki avaz avaz bağırmaya, inim inim inlemeye, hatta belki böğür böğür ağlamaya ihtiyacım var. Birileri sesimi duyar mı ki böyle yapabilsem? Duyar mı beni, bir an günlük işlerini bir kenara bırakıp? Bir an da olsa, içine düştüğü çukurdan başını kaldırıp, çevresine bakabilir mi? Görebilir mi birilerinin, bir yerlere çomak sokup, keyifli keyifli seyre daldığını? Hatta bu işten en çok da silah tüccarlarının geh geh genirdiğini? Mutluluktan karınlarını kaşıdığını? Duyar mı acaba birileri, artık dünyada suların sellere dönüşmeye başlayacağını? Susuzluğunsa bazı bölgelerde had safhaya ulaşacağını? Görür mü acaba birilerinin seracılık ile, başka bir yerlerde ekimi ve dikimi baltaladığını? Yediveren gibi ülkelerin kuraklığa bile bile itildiğini?

Yoksa, bir gün aniden bir kalp krizi geçirir de bu acıyla, ben mi görmem olacakları? Bu mu olur kurtuluşum? Peki, kurtulmuş mu olurum o zaman?


6 Şubat 2007
Birsen Şahin

Pazar, Şubat 04, 2007

Jane Birkin-Serge Gainsbourg/Je T'aime, Moi Non Plus

Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11