“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Perşembe, Eylül 28, 2006

Sevgi Nedir?


J. L. Borges

Kitaplarım

Kitaplarım(benim varlığımdan habersiz)
Şu yüzüm gibi tıpkı, benden bir parça,
Şakaklarına kır düşmüş, gözü dumanlı
Boşuna arayıp durduğum camda aynada
Ve avucumu çukurlaştırıp sıvazladığım
Haksız da sayılmam düşünürken acıyla
Beni dile getiren en can alıcı
Sözcüklerin bu sayfalarda oluşunu,
Benim yazdıklarimda olmak yerine.
Böylesi daha iyi. Ölülerin sesleri
Sonsuza dek konuşacak benimle.

J. L. Borges
Çeviri Ayşe Nihal Akbulut

İnsan kitaplarını okşar mı? Ben okşuyorum. Öğleden sonra bir çılgınlıkla, yağmuru göze alarak, elime bir şemsiye de almadan çıktım şehre. Heykel'de BKM var, işlerimi bitirdikten sonra daldım içeriye ve cıktım ikinci kata. Bana yardımcı olan gence bir iki kitap adı verdim ve "Şimdi anladın benim nasıl bir okuyucu olduğumu, haydi şimdi beni benim seveceğim kitapların yanına götür, ben oradan istediklerimi seçeyim" dedim. Çok sıcakkanlı bir gençti. Bütün isteklerimi yerine getirdi.

Ellisine yaklaşmakta olan bit hatunun, çocuklar gibi yere oturup da kitap ayıkladığını düşünebiliyor musunuz? Ama, inanın bana çok guzel bir keyif. O zaman sanki kayboluyorsunuz aralarında. Sonra ayırdıklarımı alıp, masaya geçtim ve bir kez daha gözden geçirdim. Çünkü oğlumun kurcalamalarından ötürü birkaç kitabım incinmişti, benim de yüreğim dayanmıyordu onları öyle görmeye. Üç tane de bende mevcut kitabı aldım, yeniledim anlayacağınız. Eskileri oğluma veririm, kendi odasına koyar artık.

Bazen düşünüyorum, şu üstlenip de büyüttüğüm iki çocuk mu daha ağır basıyor, yoksa kitaplarım mı? Tabii ki evlat, doğurmasan da, bambaşka bir duygu. Onları yere göğe sığdıramıyorum.

Kitap.

Bana bu tercihi yaptırmasınlar.

Eve gelince yaydım hepsini önüme ve tek tek içlerine ayraç koydum, bunu yaparken farkına vardım, onları okşamakta olduğumun
:)

Kitapları satın alma aşamasında, yine aynı gence "Ben Inkilâp ve Ezgi'den alış-veriş ederim genelde, toplu alış-verişlerimde de bir kitap da hediye isterim, ikisi de verirler, siz de yapmalısınız. Ben bunu hakeden bir okuyucuyum" dedim. Beni kırmadıklarına çok memnun oldum.

Seçimim Borges'ten Sonsuz Gül oldu.



Çarşamba, Eylül 27, 2006

Edith Piaf Kaldırım Serçesi








edith piaf


music song lyrics






Edith Piaf was born on 19th December 1915 under a gas light on the night streets of Paris. Her real name was Edith Giovanna Gassion. Her Father was an acrobat, performing the streets of Paris, her Mother a street singer with no care for her new born child.

For years she struggled making a living entertaining passers-by, for some time she worked with her Father, until she was spotted by an impresario who offered her a contract.

With many problems throughout her career, Edith eventually became the most highly paid star in the world. She made many recordings dating from 1936 until her last recorded song, L'homme de Berlin, which she taped in early 1963.

Edith did not die a rich woman. In fact she left many debts to her second husband, Theo Sarapo, a man many years her junior, but she lived her short life to the full, living only to entertain her public in the only way she knew how.

I can only appreciate this woman through her recording and biographies of her life, I wish she could have hung on a little longer !

Bak http://www.little-sparrow.co.uk/

Salı, Eylül 26, 2006

Hesaplaşma




http://img101.imageshack.us/img101/278/baba2es7.jpg

İçinizi deşer misiniz bazen? Yarıp da çıkartır mısınız bütün anıları içinizde gizlediğiniz? Hesaplaşır mısınız kendinizle? Yüzleşir misiniz geçmişinizle? Var mı bunu yapacak cesaretiniz? Hatta bunu cümle alemle paylaşacak kadar yiğit misiniz? Utanmadan, sıkılmadan yüzleşebilir misiniz artısıyla eksisiyle yaşamınızın? Yapamayız1 Utanırız, sıkılırız, cesaret edemeyiz. Oysa, hepimizinki bir diğerininkine benziyordur az çok. Ne yani, dünyada altıbuçuk milyardan fazla insan var da, altıbuçuk milyardan fazla olan yaşamlar çok mu farklı zannedersiniz birbirinden? Al beni, vur sana; sadece biraz cesaret meselesi deşebilmek gizlerimizi. Çoğunlukla kendimize bile gizlediğimiz yaşanmışlıklarımızı.

Ne çok isterdim babamın şu anda hayatta olmasını ve bu yüzleşmeyi onunla yapabilmeyi.

Bugün sen gideli tam on yıl oldu baba. Tam on yıl! Dile kolay. Bazen kısacık bir zaman dilimi gibi olsa da, kendi görüntümü hatırladıkça, aslında eskimişliğime baktıkça yani, uzun bir zaman dilimi olduğunu kavrarım, insana göre. Yoksa varoluşun içerisinde aradığımda bu on yılı , tabii ki bir andır sadece.

Her ölüm yıldönümünde deliler gibi güzel bir anı bulup çıkartmaya çalışırım gözlerimin önüne. Her yıl aynı terane. Her yıl da böyle isyanla noktalarım bu güzel olması gereken anımsama saatlerini. Yine aynısı oldu.

Ufacığım, daha okula bile başlamamışım. Köye, anneannemlere gitmişiz. Orada birkaç gün bırakmışsın bizi. Hafta sonu tatilin olunca da görmeye gelmişsin. “Gel kızım” diyorsun bana. Ben ürkek, çekingen, boynumu büküyor ve gelmek istemiyorum sana. Oysa, biliyor musun, içim yırtılıyor sana koşup, boynuna sarılabilmek için..

Akşam yemekten sonra, kucağına alıyorsun beni, saymayı öğretmeye çalışıyorsun. Ben yine ürküyorum. Ağlamaya başlıyorum. Neden ve neyle ürküttün ben küçücük yaşımda ki, “babam” diye sarılması gerek yaşlarında bir çocuğun, bu denli uzaktım sana? Bu denli yabancıydım? Keşke bugün yaşıyor olsan da, bütün bu sorularımın cevabını alabilsem. Yüzleşebilsek gerçeklerimizle. Anımsayabilmeyi ve ortaya çıkartabilmeyi bu ürküyü çok isterdim. Allah cezasını versin! Bir şey yok işte aklımda o minicik yaşlarımdan. Hiç! Hiç bir şey yok!

Beni okula ilk sen mi yazdırdın, yoksa annem mi bilmiyorum. O dönemi de kopuk geçmişimin. Ama, aklıma düşen bir kare var. Seni geçiriyoruz. Daha altı yaşımdayım. Bursa Havaalanından el sallıyorum sana. Daha biraz önce sarılışmışız. Kardeşime daha çok sarılmışsın benden. O erkek ya, tohumun, sanki ben annemin baba evinden gelmişim gibi. Oysa, ben de senden olmadım mı baba?

Yine de iki gözü iki çeşme el sallıyorum işte sana. İçimde bir şeyler kopuyor, yalnızlık, çaresizlik yaşıyorum. Korkuyorum çocuk aklımla. Babasız kalmaktan korkuyorum. Neydi bu? Bir yerlerde, benim anımsayamadığım bir zaman diliminde sevmiş miydin beni? Okşamış mıydın başımı ki, bana bu duyguyu yaşatabildin? Öyle herhalde. Bu andan sonra tam bir yıl sürdü seni tekrar görüşüm. Dört yıl boyunca, senede bir ay görebildim seni. Uzak diyarlarda ekmek parası hayalleri peşindeydin(mi?). Şimdiki aklımla süzdüğüm şeylerle baktığımda, kendince sevmişsin bizi. Hem kendinin, hem de bizim daha iyi bir hayatımız olsun diye gittin, biliyorum artık. Ama biliyor musun, o sürede daha da yabancılaştım ben sana.

Dört yılın sonunda bizi de aldın götürdün. Mutluydum yeni bir yaşama başlamaktan. Ama, seninle yüzleşmelerim hep hüsran oldu.

Ne büyük çatışmalar yaşadık seninle. Asi çocuğun ben oldum. Oysa, bütün asiliğim bağımsızlık uğrunaydı. Kendi ayaklarımın üzerinde durabilme uğrunaydı. Hayallerimi gerçekleştirebilme uğrunaydı.

Yaşadığın sürece hiç anlaşamadık. İlk yirmi yıl sen dövdün beni. Ama, yirmi yıl sonra bana, bir babaya el kaldırmanın, iç parçalayan acısını yaşattın. Bunun için asla affedemiyorum işte seni. Bana bunu yaşatmamalıydın baba; yaşatmamalıydın! Ben de herkesin çocukları gibi babamdan biraz çekinmeli, biraz saygı duymalıydım “babalığa”.

Seneye de başka bir konuda yüzleşelim, olur mu baba?

26/09/2006



Pazartesi, Eylül 25, 2006

Erkan Can

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar

Erkan Can

Erkan Can

Synthetic

Gururlandım Seninle!



Bu sabah gazeteleri okurken gördüm. En iyi erkek oyuncu ödülünü almış Erkan, Takva filmiyle. Gururlandım Erkan'la.

Erkan ile ben gençliğimizin bir döneminde arkadaştık. Gözümün öüne geldi şimdi; Şenay'lardayız ve yeğenleri gelmiş. Şenay bir şeylerle uğraşırken, Erkan'la ben de çocukları oyalıyoruz. İkimiz de çocuklara tiyatro yapıyoruz. Çocuklar benim oyunumu daha çok sevdiler. Doğaçlamaydı.

Aradan aylar geçti. Bir gün Erkan "Birsen, haydi gel İstanbul'a gidelim", dedi. Yirmili yaşlardayız. İçim gidiyordu sahneye. Hem de nasıl istiyordum. Ama, Halil'in(Ergün) söyledikleri de kulaklarımdan gitmiyordu. "Birsen, götüreyim seni, harika bir oyuncu olursun, bundan zerre kadar kuşkum yok; ne Perihan, ne Müjde, hiç birinin altında kalmazsın. Ama, hazır mısın? Katlanabilecek misin?.....", devamını sizlere yazmak istemedim. İnsanı acıtan şeyler olabiliyordu.

Neyse. Bu korkularla Erkan'a "Erkan, ya oralarda aç kalırsak?", diye sormuştum. O da bana "Ya, tutarız ikimiz bir yer, çalılırız ne iş bulursak, bitiririz konservatuarı", demişti, Ama, ben o zamanki Türkiye'nin gerçeklerinden korkmuştum. Henüz çok iyi tanımadığım bir ülkeydi benim için vatanım. İrademin dışında bana bir şeyler yapılması, yaptırılması kaldırabileceğim şeyler değildi.

Sonra ben kendi yolumu çizdim, Erkan da kendi yolunu.

İyi ki de dediğini yapmış Erkan'cığım. Umarım çok mutludur şimdi.Gururlandım, duygulandım, gözlerim doldu.

İnsanın ne güzel hatıraları olabiliyor bazen:) Hele bir de böyle gençlik arkadaşlarının başarısını görünce, ne duygusallaşabiliyor ve ne güzel bir film şeridi gibi geçiveriyor gözlerinin önünden anıları.


Mercan Dede - Ney ve Semazen Gösterisi - Universiade 2005



Be melting snow.
Wash yourself of yourself.

Pazar, Eylül 24, 2006

Hoşgeldin Ramazan



Ramazandır hoşgelen
Aç elini de dilen (Dilemek manasında)
Şükürler et Rabbine
Vardır kadrini bilen

Deveye Sormuşlar Mı Gerçekten?



















Deveye sormuşlar “Neden boynun eğri?”. Acaba gerçekten de bize ata sözlerinde anlatıldığı gibi, biri bir devenin karşısına geçip, ciddi ciddi bu soruyu sormuş mudur? Oldu ki sordu diyelim; gerçekten de bir deve ile konuşan insan ne denli aklı başındadır ki, deveyi muhatap kabul edip de, böyle bir soru yöneltme gereği hissetmiştir? Ya da, kimbilir hangi akla hizmeten böyle bir soru sorma gereği hissetmiştir deveye bu zat-ı muhterem?

Diyelim ki, biri gerçekten de, buldu bir deve ve sordu bu soruyu; acaba deve dillenmiş midir? Soranın sorusunu gerçekten cevaplamış mıdır? Cevapladıysa, hangi halet-i ruhiye ile cevaplamıştır? Kaldı ki, devenin cevabını aldığını zanneden adam, hangi dilleri bilmekteydi ki, devenin cevabını anlamıştı? Devenin ne dediğini anlama imkânı olan bu adam veya kadın, devenin bir sahtekâr olup olmadığını nereden biliyordu ki? Ya deve yanlış yönlendirdiyse adamı?

Neden illâ da bir adam olduğunu düşünüyoruz ki? Ya soran bir kadınsa? Yoksa, soran beyinlerin sadece adamlardan oluştuğu zannıyla yaşayan bir topluluğun dayatması mı yaşadıklarımız? Kadın soramaz mı soru? Ya da, kadının erkekten daha farklı bir beden yapısı olduğundan, beyni farklı mı çalışır ki, böyle bir soru sorma gereği hissetmez? Yoksa çok mu absürd bir soru gelir bu, kadın denen varlığa? Yoksa, soru mantıklı da, alacağı cevabı anlayamayacağı için mi sormaz kadın böyle bir soruyu? Ya da, kim bilir, aldığı cevabın ne işe yarayacağı konusunda belirsizlik mi yaşayacaktır?

Sorulmuş işte, sözüm ona. İyi de, böyle bir sorunun sorulmuş olmasından, deve rahatsız olmadı mı? Ya da, niye cevabını verirken, kendisinde bir eksiklik olduğu hissine kapıldı?
Yoksa hiç kapılmadı da, ben mi öyle algılıyorum? Sadece görüntüsünü mü yansıtmak istedi deve, soruyu soran varlığa?

İyi de, böyle bir atasözü neden yerleşti literatürümüze? Bu soru ve bu cevap, neye hizmet ediyor?

Yoksa, birileri yaptıklarını kılıfına da uyduramadığından, akıllarınca uyanıklık edip, benim gibi sorgulayanları ayakta uyutmak için mi uydurdu böyle bir trişkadan atasözünü?

Acaba develer çok fazla, insan da az olduğundan mı sorgulamaya başladım ben de?

Haydi hayırlısı!

Olsun, sorgulamak iyiye işarettir yine de…

24/09/2006
Birsen Şahin




Cumartesi, Eylül 23, 2006

Beni bensiz bırakma!


Birilerine:

İyi ki hepiniz benim hayatımda da oldunuz. Burada olmaktan hep mutluluk duydum.

Sanırım artık iki yil olmustur. Bir gün PC basinda oturmuş, ağlıyordum. Emekli olunca, çocukluk düşümün peşine düşüp, yazmaya başlayınca, ufkumu açacak, paylaşabilecegim yazın dostları aramaya başlamıştım. Gördüklerim karşısında isyan ediyordum.


Ne zordu arayıp da doğruyu bulabilmek. Yılmadım; ısrarla,insanın beyni olduğunu da bilen adem oğlu ve kızlarını aradım.

Birgün aklıma google'a "okuyan insanlar neredeler" gibi çılgınca bir soru sormak geldi. O gün buldum sizleri. Sonra aylarca beyhude bekledim O......'ta dönmenizi yine çok, çoooooooook uzun zaman. Birgün biri ayırdına varıi da bekleyişlerimin; bana, A.......'ta olduğunuzu söyledi.

Çevrem insanla dolu, hem de bazen istemeyeceğim kadar çok, ama bazen onca insanın arasında öyle yalnız hissederim ki kendimi, buz gibi bir kor yapışır yüreğime;işte, o zaman sizlere gelirim buraya ve doyururum açlığımı, ötekileştirmeden kendimi.

İnsanim ben, hata yaparım, bazen keskin olabilir yazdıklarim; ne yapayım,buyum ben. Gizli kapaklı olamadım. Bunun icin fazla müdânasızım. "Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün" cümlesinin, ikinci yarısını daha çok sevdim hep. Onun icin sevgili F....., buyuz işte. Ne kadar ateş topları ile yürüsen de bazen harflerinin üzerinde, ben seni de, diğerlerini de hep olduğunuz gibi sevdim. Umarım hep buralarda olursunuz.

Döndüm!!!


Döndüm sanal aleme ama biraz işim var. Malum, cd'ye aktardıklarımı yeniden makinama yüklemeliyim.

En kısa zamanda görüşmek ümidiyle,

İyilikle kalın

Pazartesi, Eylül 18, 2006

Çöktüm

Bir müddettir makinamda zaman zaman arıza oluşuyordu. Bir gün hiç açılmadı fakat bir gün sonra hiç birşey olmamışcasına çalıştı. Bilgisayarcı arkadaşım geldiğinde birkaç parçasının değişmesi gerektiğine söylemişti, ama idare ediyordum o gelinceye dek.

Maalesef bugün hiç açamadım. Arkadaşım makinamı yapar yapmaz döneceğim.

Ne kadar alışmışız bir tuşla dünyaya ulaşmaya. Bugün kendimi boynunu bükmüş bir öksüz gibi hissettim. Sanki gözümde kara gözlükler var da, o kara gözlükler ardından bakıyormuş gibiydim dünyaya.


Sahip olduklarımızın kıymetini bilmiyor da isyan ediyoruz ya bazen, bugün bunun anlamsızlığının farkına vardım. Bir tuşla dünyaya ulaşabilmenin ne büyük bir ayrıcalık olduğunu gördüm.

Güzellikler dilerim tüm evrene.

İyilikle kalın sevgili misafirlerim. Umarım uzun sürmez ayrılığımız

Pazar, Eylül 17, 2006

Küçürek Öykü/Gelincikler


Boynunu bükmüştü gelincikler. Oysa, coşmalıydılar bu hafif bahar rüzgârında. Neden sonra farkettim ki; bir köstebek yuva yapmış tarlanın orta yerine.

Cuma, Eylül 15, 2006

Beşiktaş


Teşekkürler Tigana!

Bütün doğru müdahelelerin için teşekkürler Hocam!

Bu Yürek Seninle Gurur Duyuyor Beşiktaş'ım



Unutulmayanlar (Besiktasin efsane oyunculari)

Perşembe, Eylül 14, 2006

Kalan


Kalan

Yüzümde yağmurun izleri
Yakarırken seni

Çarpar tenime kırbaçlar
Yağan alaim-i sema

Deştim karnımı
Kalan, yine sen…

13/09/2006
Birsen Şahin

Sonbahar



Sonbahar

Bir yaprak soldu
Koca çınarın dibinde

Kuşlar göçüyor
Kanat kanat ötelere


Bir kadın boyun bükmüş
Dökülüyor kınalı ellerine

Güvercinim sessiz
Ağladım …
Paslı geleceğime.

13/09/2006
Birsen Şahin

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Taçsız Kral Metin Oktay





Bir kova burcu olarak 2 Şubat 1936'da İzmir'de doğan Taçsız Kral'ın fırtınalı bir yaşamı oldu.

Mobilyacılık eğitimi alan Metin Oktay, yaşamını futbolcu olarak sürdürdü. 15 Yaşında başladığı Damlacık Klübünde, Sait Altınordu'nun 8 numaralı formasıyla futbol yaşamına adım atan sporcu gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında ülkesinin yüzakı oldu.

Uzun süre Galatasaray Spor Klübünde top koşturan, o dönemin medar-ı iftiharı, zamanında eksik askerlik yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp, 45 gün hapis yattı. Bir ülke düşünün, dünya çapında bir futbolcusu var, gittiğiniz yerde yüzünüzü ağartıyor, ve siz onu eksik askerlikten hapse atıyorsunuz. Asker Devlet olmanın bedeli ödetildi bu dünya çapındaki futbolcumuza.

1969'da Galatasaray şampiyon, kendisi de gol kralı olduktan sonra, İstanbul ve İzmir'de yapılan jübilelerle futbolu bıraktı. 13 Eylül 1991 'de bir trafik kazası sonucu aramızdan ayrıldı.

Maç başına 1.6'lık gol ortalaması hâlâ kırılamadı.

Bir beşiktaşlı olarak, bu kadar büyük bir ustaya saygım sonsuzdur ve ölüm yıldönümünün atlanılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Salı, Eylül 12, 2006

12 Eylül 1980 Askerî Darbe Açıklaması

Ruhi Su





Türk halk müziğinin büyük ismi... 12 Eylül’ün mağduru. Ruhi Su, pasaport alıp, yurtdışına çıkabilseydi belki de daha uzun yaşayabilecekti.

Mehmet Ruhi Su, 1912'de Van'da doğdu. Hiç tanımadığı anne ve babasını "Ermeni techiri" sırasında kaybettiği biliniyor. Çocukluğunu yanlarına verildiği yoksul bir aiIe ve öksüzler yurdunda geçirdi. Bir ara İstanbul'da askeri okullarda okudu, ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. Adana Öğretmen Okulu'nda okurken, Ankara'ya Müzik Öğretmen Okulu'na girmeyi başardı. 1935’de Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na seçildi, konservetuarın opera bölümünde de okudu ve daha sonra da Devlet Operası'nda çalıştı, bir süre radyoda türkü söyledi.

Söylediği bir türkü yüzünden radyodaki işine son verilen Ruhi Su, 1952-57 yılları arasında hapis yattı. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip, arşivleme görevini üstlendi. Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular yüzünden aleyhinde kampanyalar başlatılan ve işini kaybeden sanatçı, türküleri derleyip, yeniden yorumlama işine kendi başına devam etti. 1975'te Dostlar Korosu’nu kurdu. 1978'den sonra ürettiği kasetlerle halk müziğinin yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Ruhi Su, 12 Eyliü yönetiminin engellemeleri yüzünden yurtdışında tedavi şansı bulamadı ve 20 Eylül 1985'te öldü. Ruhi Su'nun cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül döneminin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü.

Kaynak http://www.trd-online.net/ruhisusumeyra.htm

Pazartesi, Eylül 11, 2006

12 Eylül Meclisi


Eylül ve Ben




12 Eylül 1980. Kimilerine çok uzakta kalmış bir tarih sadece, benim yaşıtlarıma göre ise “Tarihte bir kara sayfa”, hala aklayamadığımız. Zamanın ihtilâlcileri, günü geldiğinde yargılanmamak üzere gerekli düzenlemeyi o günden yaptıklarına göre, başlarına gelecekleri bildikleri gibi, anlaşılan kendileri de doğru yaptıklarına ikna olmamışlar ki, böyle bir tedbir almışlar.

Demokrasi yolunda ilerleyen ülkelerde yakın tarihte yapılan ihtilâller masaya yatırılmakta ve ihtilâli yapanlar bir bir yargılanmakta. Bu da gösteriyor ki, “Demokrasi” ülkemde sadece bir oyun. Aslında dünyada da öyle değil mi? Yine de, ben Eylül gelince bu baskıyı üzerimden atamıyorum. İçimde bir yerler çığlık çığlığa kanıyor. Birilerinin hesap vermeyişi de beni adaletsiz bir ortamda yaşadığım duygusuyla karartıyor.

12 Eylül 1980 günü bir şey olacakmışçasına balkona çıktım. Hiç bir şey yoktu görünen. Sadece sokaklar ıssızdı. Sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Eh, benim kuşağım bayağı alışkındır bu sokağa çıkma yasaklarına. Hâlâ, sayılırken bile yarı sokağa çıkma yasağı yaşamıyor muyuz?

Bursa’nın Altıparmak semti bir gün ülkücülerin kontrolüne geçerdi o günlerde, ertesi gün solcuların kontrolüne. Sanki ne oluyordu ki? Yoldan geçiş ücreti alan kimse yoktu. Bir kesim “solcular giremez” diyordu, ertesi gün de diğer kesim “sağcılar giremez” diyordu. Oysa, hiç bir şey olmuyordu. Olan tek şey, gencecik bedenlerin hayata veda etmesiydi, ana ve babaların saçını başını yolmasıydı. Başka hiç bir şey olmuyordu. Aynı vatanın evlatları birbirine düşman ediliyor ve kaydedilmiş birer teyp kaseti gibi vatan kurtarıyordu.

Bugün benim gibi ellili yaşlarını sürmekte olan kuşak artık, olayın bir vatan kurtarma değil, 1974’te Kıbrıs meselesi yüzünden NATO’dan ayrılan Yunanistan’ın tekrar NATO’ya girmesine halkın temsilcileri tarafından izin verilmeyince, Türkiye’nin özellikle karıştırıldığını ve kardeşin kardeşi vurduğu bir ülke haline getirildiğini biliyor. Değil mi ki sağ ile sol ittifak yapabiliyor ve/veya ortak iktidar oluyor, artık her şey sırıta sırıta gösteriyor kendini.

Peki, 1980’de Yunanistan’ın hiçbir koşul öne sürülmeden NATO’ya tekrar alınmasını sağlayan paşalar yargılanmadan, aklanmadan nasıl oluyor da “vatan evladı” kalıyor? Nasıl bir vatana bağlılıktı ki, Kıbrıs ve Ege kozları bu kadar kolay elimizden alındı?

Yaz ortasında, evimiz kaloriferli olduğundan komşunun odun sobasında yakmak zorunda kaldığım koskoca kütüphanemin bedelini bana kim ödeyecek? Çocuğumun ve torunumun geleceğini ipotek altına alarak Ege ve Kıbrıs meselesini çözmeden Yunanistan’ın NATO’ya dahil oluşuna sebep olanlar bu vebali resim yaparak mı ödeyecek?

İçim acıyor.

Cuma, Eylül 08, 2006

Bir Şarkı...Bir Anı...

Harry Nilsson - Without You





Bu şarkıyı dinlediğimde onüçümdeydim. Bir arkadaşım vardı; Yasemin, ikimiz de çıldırmıştık bu parcaya. Yasemin hala Hollanda'da eşiyle ve oğluyla birlikte yaşıyor, eşi Hürriyet gazetesi muhabiri, eskiden Yasemin de öyleydi ama sanırım artık bağımsız calışıyor. O günler geldi gözümün önüne : ) Bir görseydiniz bizi o zamanlar, nasil da eroinmanlar gibi kendimizden geçmis vaziyette dinlerdik adamın bu şarkısını.

Bir de güzel olan ne var, biliyor musunuz? Yasemin ve ben on yaşımızdan beri arkadaşız. Arada ben gittim onu görmeye, tabii mesleğimin kolaylığıydı bu. Yasemin de geldi. Bazen biz on yıl görüşmeyiz, sonra ben onu yine bulurum ve kaldığımız yerden devam ederiz.

Umarım aranizdaki gençlerin de böyle dostları oluşur zamanla. Harika bir duygu. Dünyanın neresinde olsursan ol, bir yerlerde seni çok iyi taniyan ve seni çok seven çocukluk arkadaşın var.

Bir gün eski patronum (bu yıl rahmetli oldu) Hüseyin Gökçen ile birlikte Paris'te fuardan dönüyoruz. Buradan uçakla gitmiştik de, onun Almanya'daki işyerinde arabası vardı, yolculuğa onunla giderdik orada. Oradan Belçika'ya geçtik. Gecenin bir yarisi, biz müşteri ziyaretindeyiz. Sanırım, gece dokuz-on dolaylarıydı. Oradan da Hollanda'ya geçtik. Gece onikiye doğru Yasemin'i aradim. Bana ilk söylediği, ne söylemesi, bağırması neydi, biliyor musunuz? "Nerdesinnnn?"

Bulunduğum yeri söylediğimde ise duydugum, "Hemen atla trene gel". Tabii ben gecenin kaçında güney Hollanda'dan Amsterdam'a trenle gittim. Muhteşem bir üç gun geçirdim çocukluk arkadaşımla.

Umarım böyle arkadaslıklar kurmaya zaman bulursunuz. Tadını anlatamam sizlere.




No, I can't forget this evening
Or your face as you were leaving
But I guess that's just the way the story goes
You always smile but in your eyes your sorrow shows
Yes, it shows

No, I can't forget tomorrorow
When I think of all my sorrows
When I had you there but then I let you go
And now it's only fair that I should let you know
What you should know

I can't live if living is without you
I can't live, I can't give any more
Can't live if living is without you
I can't give, I can't give any more

No, I can't forget this evening
Or your face as you were leaving
But I guess that's just the way the story goes
You always smile but in your eyes your sorrow shows
Yes, it shows

Can't live if living is without you
I can't live, I can't give anymore
I can't live if living is without you
Can't live, I can't give anymore
(Living is without you)


Kimdir Harry Nilsson?

Harry Edward Nilsson III (15 Haziran 1941-15 Ocak 1994), 1960lar ve 1970ler boyunca ününü sürdürmüş söz yazarı, şarkıcı, pianist ve gitaristtir. Bir çok eserinde adını sadece Nilsson olarak belirtmiş olmakla beraber, ben ve yaşıtlarım aynı şahsı Nilsson Schmilsson olarak da tanırız. İki Grammy Ödülü almış olan sanatçının en çok tanınan parçaları "Without You", (sözleri Ham/Evans'a ait olmakla birlikte Nilsson tarafından yeniden gözden geçirilmiştir), "Eveybody's Talking "(Neil) ve "Coconut" (Nilsson).

Hayatı hakkında daha detaylı bilgi burda mevcuttur

http://en.wikipedia.org/wiki/Harry_Nilsson

Perşembe, Eylül 07, 2006

Ders aldık mı? Hayır!!!

Bob Dylan - Masters of War



İnsan mıyız biz? Sanırım ikiyüzlü hayvanlarız. Olmasaydık, Bob Dylan'ın yıllar önce söylediğini anlamış olurduk.

Are we human? I guess we are hypocritical beasts. If not, we should understand what Bob Dylan said years and years ago.

Come you masters of war
You that build all the guns
You that build the death planes
You that build the big bombs
You that hide behind walls
You that hide behind desks
I just want you to know
I can see through your masks
You that never done nothin'
But build to destroy
You play with my world
Like it's your little toy
You put a gun in my hand
And you hide from my eyes
And you turn and run farther
When the fast bullets fly
Like Judas of old
You lie and deceive
A world war can be won
You want me to believe
But I see through your eyes
And I see through your brain
Like I see through the water
That runs down my drain
You fasten the triggers
For the others to fire
Then you set back and watch
When the death count gets higher
You hide in your mansion
As young people's blood
Flows out of their bodies
And is buried in the mud
You've thrown the worst fear
That can ever be hurled
Fear to bring children
Into the world
For threatening my baby
Unborn and unnamed
You ain't worth the blood
That runs in your veins
How much do I know
To talk out of turn
You might say that I'm young
You might say I'm unlearned
But there's one thing I know
Though I'm younger than you
Even Jesus would never
Forgive what you do
Let me ask you one question
Is your money that good
Will it buy you forgiveness
Do you think that it could
I think you will find
When your death takes its toll
All the money you made
Will never buy back your soul
And I hope that you die
And your death'll come soon
I will follow your casket
In the pale afternoon
And I'll watch while you're lowered
Down to your deathbed
And I'll stand o'er your grave
'Til I'm sure that you're dead

Words and Music by Bob Dylan 1963

Pazartesi, Eylül 04, 2006

Sözün Bittiği Yer

Usa For Africa - We Are The World

İnsanları açlıktan öldürürüz, sonra şarkılar düzeriz... Avrupa'nın ortasında canlar katlederiz, sonra savaş suçluları ararız... Orta-Doğuda kadınları, çocukları öldürürüz, sonra "Barış Gücü" göndeririz...

Neyiz biz?

Cuma, Eylül 01, 2006

Cevap Hakkı

24 Şubat 2006 tarihli ve "İntam Binaları Yerle Bir" başlıklı yazıma istinaden, eposta ile cevap hakkını kullanan bir İntamzedenin yazısını buraya ekleme gereği hissettim.Arkadaşı tanımamakla birlikte, öncelikle bütün yüreğimle geçmiş olsun dileklerimi sunarım.İkinci olarak da; her ne kadar insanoğlu mühendislik harikaları yaratma peşinde doğaya karşı savaş açsa da, ben doağaya karşı savaş açarak değil, aksine, doğayla barışık yaşam biçimini tercih ettiğimden, dereyatağına yapılmış olan, diğer taraftan sıcak su havzasında(yolunda) inşa edilmiş olan binaları onaylamıyorum. Eski bataklıklar üzerinde, raylı sistemle yapacağınız binalar depreme direnç gösterecektir. Fakat, mühendis arkadaşımın söylediklerine rağmen, akan bir suyun yatağında ve/veya yolunda yapılan binaları onaylamadığımı yineliyorum.Bir kez daha gerek bu arkadaşıma ve gerekse diğer tüm evlerini kaybeden Bursa'lılara geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum.
Birsen Şahin


Sitenize internette tesadüf eseri rastladım. İntam yazılarınızla ilgili bir kaç şey söylemek istiyorum.Ben 95te oturan bir sakindim, ve orası yapıldığından beride orada oturuyorduk. Öncelikle bir İnşaat Yüksek Mühendisi olarak yapının sağlamlığını kesin olarak söyleyebilirim. Bu apartmanın sünerek yavaş yavaş yıkılmasıda bunu kanıtlıyor. Asıl kaçırdığınız çevredeki kaplıcalar veya başka etkenler değil. Bunlar 95 ve 97yi yıkmamıştır. Hatalı yapılmış denilen istinat duvarıda değildir. Her yapının taşıması gereken bir yük vardır siz o yapıya yol ve apartman taşıtırsanız onun taşıyabileceği mukavemeti azalır ve labil hale gelir yani taşıma gücünü kaybeder.Siz gençken orasının yapıldığını söylüyorsunuz o istinat duvarının üzerinde apartmanlar ve 50cm kalınlığında asfalt yol varmıydı? Yoktu. Maalesef belediyelerin rant çıkarları için izinler verildi zaten bu konular mahkemede.İntamların yıkılışı belediyelerin rant çıkarı yüzünden çökmüştür. İstinat duvarının beton kalitesine kadar tüm labaratuvar sonuçlarıda mevcuttur.İnsanoğlunun doğayla mücedelesi vardır, mühendislikte sulak araziye bina yapılmaz diye birşey yoktur. Kullanmış olduðumuz katsayılar deprem emniyet katsayıları zemin etütleri bunlar içindir. Bataklık zemine ne kadar bina yapıldığını size anlatamam, bunların temelleri özel olmalı eğer uygun yapıldılarsa herhangi bir sorun zaten çıkmaz.
Saygılar
Alp

Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11