“Sular yükselince, balıklar karıncaları yer... Sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmesin.. Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir... Afrika atasozu

Cumartesi, Mart 25, 2006

Devlerden Korkarak Yaşanmaz!




Fransız Alain Peyrefitte 1973 yılında “Çin Uyanınca” adlı kitabında zamanın kuşağına bir ufuk açmaya çalışmıştı. Bugünün kuşakları bu kitabı belki pek hatırlamazlar ama benim kuşağım ve benden bir önceki kuşak hatırlayacaktır. O kuşağın çocukları olarak bizler bu kitabı büyük bir ciddiyetle okuduk ve birçoğumuz da bugünlerin geleceğini o günden görmüştük. Hele de benim gibi uluslar arası ticaret ile uğraşmış kişiler bu olayın ciddiyetini daha da iyi kavramışlar ve daha doksanlı yılların ortalarında “Çin Uyanınca” teranesine başlamıştık zaten. Terane dedimse, öyle hafife aldığımızdan falan bahsetmiyorum; aksine, oldukça ciddiye alışımızdan söz ediyorum. Ama maalesef ki, değerli sanayicilerimizin okuma alışkanlığı olmadığından ve sanayiciliği de tüccarlık gibi gördüklerinden; ki, zaten çoğu tüccar kökenlidir, bizleri oldukça hafife almışlardı.

Yine WTO(World Trade Office) aslında dünyada bütün sanayicileri buna hazırlamaya çalıştı. Eğitim seviyesi yüksek sanayiciler ve yöneticiler buna karşı gereken hazırlığı yaptılar ve tedbirlerini aldılar. Ama, fasonculuktan sıyrılamayan, kendi emeğini ve parasını harcamadan bir yerlere gelmeye çalışan, tatlı kısa dönem kârlarını göz ardı edemeyen bir çok sanayicimiz maalesef ki gerekeni yapmadı ve bugün bu sanayicilerimiz sınıfta kaldı. Bugün de inim inim inliyorlar, “Türk parası” fazla değerlendi, zarar ediyoruz, diye tepinmekteler.

Enflasyonist sistemin ila nihayi böyle gitmeyeceği bilinen bir gerçekti, bunun bir yerde nasıl olsa sonu gelecekti. Türkiye dibe vurmuştu, ya bundan sonra teslim bayrağını çekecek ve kaos yaşanacaktı, çünkü adım adım da stagflasyona(enflasyon içinde durgunluk) gitmekteydik. Y da Türkiye kemerleri sıkacak ve bu açmazın içinden gün be gün kurtulacaktı; ki, sonunda bunu yapmayı da başardı zaten.

Enflasyonist sistemin kararı zaten seksen ihtilalinden önce verilmişti. Zira o günlerin müsteşarı Turgut Özal, beş parası kalmayan Türkiye’nin tek çıkış yolunun ancak ihtilal ile insanları baskı altına alıp, alım gücünü düşürmek olduğunu ifade etmişti. Bu dönemine göre doğruydu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Halkın canını çıkartacak kadar büyük zamlar yapılacak ama canı da alınmayacaktı. Akabinde de sanayici yaratmak amacıyla enflasyonist sistem yürürlüğe kondu.

Nitekim olayları hep birlikte yaşadık. Seksenlerde bir müddet kemerleri sıktıktan sonra öyle büyük borçlanmalara girdik ki, bunu ödemeye ödemeye bugünlere kadar geldik. Bundan birkaç yıl önce yine aynı darboğazları yaşamaktaydık. Ama Türkiye özel sektörü oldukça dinamiktir ve çıkış yolları araştırdı. Bu dönemde büyük sanayiciler dünyadaki emsalleriyle göğüs göğse çarpışmayı öğrendi. Ama büyük kısmı da ısrarla fasonculuğu sürdürdü. İşte bu fasonculuğu sürdürüş, sanayicinin kendi markasını oluşturup, kendi markasını satmada başarılı olamaması sonucu bugün inim inim inlemekte.

Hala bunun tek bir çıkış yolu var : Reklam. Pazarlama ve reklam atbaşı gitmediği sürece, Çin gibi büyük bir devin karşısında tutunmak oldukça zordur. Birliklerimiz ve Odalarımız bu konuda sanayicisine yol gösterici olmalı ve sadece sorunları dile getirici makamlar değil, aynı zamanda çözüm de üreten makamlar olduklarını göstermek zorundalar.

Bugün Dünya çapında herhangi bir markayı ele aldığınızda, göreceğiniz bir çok ülkede üretilmesi ile birlikte, reklamları için çuvallarla para harcanmasıdır. Türk sanayisinin de kurtuluşu hala bu yoldadır. Kimse başka kurtuluş yolları aramasın. Kimse gökten zembille inecek çareler aramasın. Doğru dürüst, standart üretim ile bununla eşdeğer reklam yatırımları, markayı hedefleyici yatırımlar sanayimizin bugünkü kriz ortamından çıkmasında ve Çin gibi dev bir pazarın karşısından ayakta kalabilmek için temel yoldur.

Devlerden korkarak yaşanmaz!


25/03/2006
Birsen Şahin

Çarşamba, Mart 22, 2006

Demokrasi Şövalyeliği Altında Otokrasi Oyunları




Dünyaya baktığımızda aslında iki tip rejimin var olduğunu görürüz; biri otokrasi, diğeri ise demokrasidir.


Bilindiği üzere otokrasi halk adına doğruyu, güzeli bulur ve uygular ve halkın cahil, aptal, beceriksiz olduğunu düşünür; böyle olmalı ki, bir türlü halkının doğru kararlar vereceğine inanmadığından, onları “zavallı cahiller” görüp, onlar adına, onlar için en doğru kararları alır ve uygulamaya koyar. Ama ne hikmetse, dünyada nerede otokrasi varsa, orada da zulüm vardır, açlık vardır, eğitimsizlik vardır, işsizlik vardır. Nerede otokrasi varsa, emperyal güçler ile yönetim arasında sıkı bağlar olup, o ülke soyulup, soğana çevrilmektedir olan da yazık ki geride kalan halka olmaktadır. Çünkü, nasıl olsa otokratlar bir yolunu bulup, dolu keselerle ülkelerini zamanı geldiğinde terk etmektedir. Bu arada dikkatinizi çekerim,
hiçbir emperyal güç, bu tatlı karları bırakıp adı geçen ülkeye “demokrasi” götürmeye de kalkmaz Irak’ta yapılageldiği gibi.


Demokrasi ise, toplumun gerek sivil toplum örgütleri ve gerekse üniversiteleri, medyası ile çözümler üretmesi, yönetimin de bu çözümlerin uygulanabilirliği için yürütme görevini yerine getirmesi, yani; yürütülebilir hale gelebilecek kanun ve yönetmelikler çıkartmasıdır.


Ülkemin en büyük hatası ise hala seçim sistemini demokratikleştirememesi ve maalesef ki, lider sultasının devam etmesi ve barajın yüksekliğinden ötürü de yüzde otuzlarda bir partinin tek başına iktidar olmasıdır. Bugün AKPdir bu, yarın sol bir parti, her iki durumda da aslında demokratik olmayan bir süreç yaşanmaktadır. Bu AKPnin ilk iktidarı olduğuna göre, geçmişimiz ile yüzleşip, bu barajın neden daha önceki iktidarlar tarafından düşürülmediğinin hesabını sormak olmalıdır amacımız. Bugün AKPye, sen iktidarsın ama muktedir değilsin, yüzde otuzlar ile iktidar olunmaz, demeden önce bu yüzleşmeyi yaşamamız lazım. İşte bir demokrasi boşluğudur bu. Oysademokrasi havariliğinde mangalda kül bırakmayan medyamızın bu konuda sesi soluğu çıkmamaktadır.


Yukarıda yazdıklarımdan da görülmektedir ki, o meşhur aydınımızın dilinden düşmeyen demokrasi aslında demokrasi falan değil, bal gibi “otokrasi özlemciliğidir”.


22 Mart 2006

Birsen Şahin

Pazar, Mart 19, 2006

PARA ve SU Çevresinde Dönen Oyunlar!


Dünyanın neresine dönüp baksanız, göreceğiniz hep “Etnik çatışmalar”dır. Para babaları tarihi belgelerle, bir devletin dıştan yıkılamayacağını artık çok iyi öğrendiler. Şimdi kaşınacak en iyi nokta, etnisite. Öyle ya, bir ülkede öyle bir kaos oluşmalı ki, toplu bir savaş olmasın, yani ticaret devam edebilsin, ama bir taraftan da rahat da durulmamalı, bölünülmeli ki, bir taraf ne yapıyorsa, diğer taraf bunun tam tersini yapmak için uğraş versin. Düşünsenize bir, bu ne kadar büyük karlılık sağlayan bir yol. Hem insanları birbirine düşürüp, onlara silah satacaksınız, hem de hayatın tamamen durmasını engelleyip, Mac Donaldınızı, Nikeınızı, Adidasınızı, Chevroletnizi satmaya devam edeceksiniz. Dedim ya, tam kaos olursa, bütün bunlar satılmayacaktır, o zaman da birilerinin karları düşecektir. Buna göz yumar mı para dünyası?

Tabii hal böyle olunca da, o memlekette para babalarının seçtikleri/seçtirdikleri iktidarlar, kendilerini seçtirenlere de borçlarını ödemekle mükellef.

İşte dönen oyun : Medeniyetler Çatışması. Aslında medeniyetlerin çatıştığı falan yok. Irak’ta hangi medeniyet çatışıyor? Veya Türkiye’de hortlatılmaya çalışılan etnik kargaşalar medeniyet çatışması ile ne kadar ilintili?

Dünyanın yakın geleceğinin su kaynakları savaşlarını getirecek olduğu çok açıktır. Onun için de ülkemizin sahip olduğu su kaynakları birilerinin iştahını uzun zamandır kabartmaktadır.

Sözün özü, İslam ve Batı arasında büyük kavgalar yaşanıyor ve bunun sebebi P A R A ve S U!

Burada o ülkelerin entelijansiyasına büyük görevler düşmektedir.

“4. Dünya Su Forumu”nun sloganı “Küresel Sorunlara Yerel Eylemler” Meksika’da toplandı ve 22 Martta, “Dünya Su Günü”nde sona erecek.

Kaynaklar adil dağıtılmıyor. Dağıtılmadığı gibi, dünyanın jandarmalığına soyunanlar da, nerede su varsa, o kaynakları ele geçirme derdinde. Dünyaya ancak böyle sahip olabilecekler çünkü.

İşte entelijansiyanın sorumluluğu da burada başlıyor. Bu pencereden bakıp, bir çok siyasi sorununu da bu pencereden bakış açısıyla çözme gayreti beklemektedir entelijansiyayı.

19/03/2006
Birsen Şahin

Perşembe, Mart 16, 2006

Vatan Borcu



Düştü sevdam toprağa
Kan revan içinde gençlik
Eli kalem tutamadan
Giyilmeden meslekleri
Medeniyete can borcunu ödüyor
Fidan boylu gazeller
Sarı gelinim yasta
Kağnıların önünde elleri
Yüreği saklı, gözlerinde dereler
Analar kollamada emaneti
Daha olmadı vurmada
Kendi eliyle sülünleri
Korumak için talandan
Pembe düşlü bedenleri
Dönen yok gidenlerden
Yerine toprak kaldı
Bir avuç gençlerden
Kanları suladı vatanı
Sırım sırım fidanların
Emaneti gölgelendirme
Ahları yakar seni

Birsen Şahin
16/03/2006

Perşembe, Mart 09, 2006

Sosyal Devlette Kadın




Kadınlardan çok erkekler konuştular yine, haklarımızın ne olması gerektiği, yerimizin nerede olması gerektiği hususunda. Merak ediyorum, konuşan kaç erkek o akşam evine gittiğinde, karısının ayaklarını uzatıp, evde tembellik etmesini, yemeğinin ayağına getirilmesini, bulaşıklara eşinin el sürmemesini, çocukların yatırılmasını ve akşam yemeğinden sonra çay ve kahvenin eşinin keyfince yapılmasını sağladı? Haydi soralım bu soruyu da öğrenelim bakalım, kaç erkek, kaç sivil toplum örgütü başkanı, kaç siyasi parti başkanı böyle bir özveride bulundu?

Kadınlar! Açın artık gözünüzü! Hep sizin adınıza başkaları karar veriyor. Okumuş da olsanız, okumamış da; avukat da olsanız, doktor da, öğretmen de, işçi de, ev hanımı da!

Gördünüz mü “Kadınlar Günü” kutlamasının nasıl da bir aldatmaca olduğunu?

Siz hiç “hafif meşrep erkek” duydunuz mu? Yoksa, kıkırdayark “zampara”, “çapkın” lafları ile okşanan karşı cinsinizi mi tanırsınız? Peki hanımlar, sorun bakalım bir soru kendinize “hafif meşrep kadın” kimdir? Çapkın ve zampara olan mı? Bu bir ölçü değil tabii ki, ben erkeğin de , kadının da “zampara, çapkın” olanından hoşlanmam. Ama sorun bakalım kendinize, kaçınız cinsel kimliğini kabul eden bir kadına gönlünüzde yer açarsınız? Kaçınız kadının bu doğal içgüdülerini son derece insani kabul edersiniz? Dürüstçe bunun cevabını verebilir misiniz?

Dedim ya, tek ölçü bu değil! Hatta ölçü bu değil. Ölçü, sosyal devlette toplumun yarısını oluşturan kadına ayrılan yerdir. Sosyal devletin kadını “birey” olarak gördüğü noktadır. O devlet erkanında kaç kadının sizin adınıza, sizlerin fikirlerinizi alarak, haklarınızı koruyarak varlığınızı sürdürebilir duruma gelmenizi sağladığıdır.

Sosyal devlet, şiddet görme ihtimali bulunan kadınları barındıracak kurumları oluşturan, kadını bilek gücünden koruyan, falan tarihten sonra evlenenlerde geçerli olmak üzere değil, evli bütün çiftlerde, kadının çalışmama ihtimali de göz önünde bulundurularak, evlilik süresinde edinilmiş malların, bir ayrılık durumunda yarısını eşin hakkı olarak gören ve uygulayan yönetim biçimidir.

Sosyal devlet, bir kadının karakola başvurduğu ve dilekçe verdiği durumda, o kadına sahip çıkan devlettir. Sosyal devlet, siyasasını oluştururken kadın kontenjanını belirleyen devlettir. Sosyal devlet, seçimlerde parası olanın düdüğünü öttürdüğü, parti başkanlarının kimin kaçıncı sıradan aday olacağını belirlemeyen devlet biçimidir.

Daha ne çok şıklar ekleyebilirim bunların altına. Ama, fazla söze hacet yok hanımlar. Titreyin ve kendinize gelin. Sizi, sizden daha iyi kimse düşünemez. Size, sizden fazla kimse sahip çıkamaz. Bakmayın bu senede bir gün atılan palavralara. Titreyin ve kendinize gelin. Hiçbir hak insanoğluna tepsi içinde sunulmamıştır; sunulduğunu zannedenler, kocaman bir aldatmacanın içerisindedirler. Haklar sunulmaz hanımlar, hakla alınır.

“İnsan Günü” kutlayacak günlere ulaşmamız dileklerimle.

Birsen Şahin
09/03/2006

Pazar, Mart 05, 2006

Ada'da Neler Oluyor?




KKTC Demokrat Parti Genel Başkanı, Başbakan Yardımcısı Dışişleri Bakanı Serdar Denktaş çeşitli temaslarda bulunmak üzere adaya gelmeye başlayan Avrupa Parlamentosu ‘Yüksek Seviyede Temas Grubu’nun, ülkeye geliş amaçlarını belirtmek üzere gönderdikleri yazıda, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yapılacak temaslardan sonra, Ada’nın kuzeyinde zorla tutulan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlarıyla görüşecekleri şeklindeki ifadelerinin kabul edilemez olduğunu bildirdirirken, Avrupalı Parlamenterlere de seslenerek, adanın kuzeyinde Kıbrıslı’ların değil Kıbrıslı Türklerin varolduğunu idrak etmelerini istedi.

Avrupa, kendi günahını kime ödetmeye çalışıyor? Yoksa bu, baştan beri planlanan bir oyun muydu?

Referandum sonrası Güney Kıbrıs’ın AB’ye dahil edilmesiyle, görünen o ki, Rumlar kendilerini güvenceye almış hissetmekteler. Güneyi sorgulaması gereken AB, bunu yapmak şöyle dursun, kendi gafını ört bas edebilmek için, şimdi de Kuzey’de zorla tutulanların hesabını yapmakta. Böyle bir şey olmadığı halde, varmış gibi gösterip, dünyada bu konuya yeni bir bakış açısı kazandırmaya(?) çalışmakta. Ki, böylece, zaten meşru kabul edilmeyen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, neden meşru olmadığını ortaya çıkartma derdinde. Oysa, dünyaya ziyaretini lanse ediş biçimi, Kıbrıslı Türkler ile İlişkilerin geliştirilmesi çabası. Bu nasıl bir ikiyüzlü demokrasi anlayışıdır? Bu nasıl bir iki kesimi birbirine yakınlaştırma arzusudur?

Serdar Denktaş, Pazartesi günü saat 11:00’de parti binası önünde toplanarak, hem dünyaya hem de Rum tarafına, Papadopulos’un isteklerine boyun eğmeyecekleri mesajını vereceklerini açıkladı.Avrupalı Parlamenterlere de seslenerek, adanın kuzeyinde Kıbrıslı’ların değil Kıbrıslı Türklerin varolduğunu idrak etmeliler, dedi.Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Halkı, Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı, yaşadığı toprakları vatan bilen, ülkesinde ekmek kavgası veren ve geleceğini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kurmak isteyen kişilerdir. Kıbrıs Türkünün sahip olduğu bu özellikler kabul edilmedikçe, adada ne çözüm, ne istikrar, ne de gelecek olamaz.Serdar Denktaş, Avrupalı Parlementerlere, adanın kuzeyinde siyasi eşitliğe dayalı, iki kesimliliğin sulandırılmadığı, Anavatan Türkiye’nin garantörlüğünün devam ettiği bir çözüm için geçmişten bu yana mücadele verildiğini göstermek kararlılığında olduklarını belirterek, ‘ zannediyorlarsa ki Referandumda evet dedik diye kendi kimliğimize ve toprağımıza, haklarımıza ve geleceğimize sahip çıkmayacağız, yanıldıklarını bir kez daha görecekler’ dedi.Kıbrıs Türkü’nün Referandumda evet demesinin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak için değil, Kıbrıs Türkü’nün siyasi eşitliğinin bir göstergesi olduğunu vurgulayan Denktaş, bunu, tüm dünyaya gösterme çabalarının devam edeceğini belirtti.Denktaş, referandum sürecine dikkat çektiği konuşmasında, bu dönemde siyasilerin söylediklerinden çok, halkın tavrının önemli olduğunu dile getirerek, Kıbrıs Türkünün kimliğinden ve haklarından vazgeçmeyeceğini dünyaya duyurmak için halktan yardım istedi.


SOYER: “AVRUPA’DAN GELECEK PARLAMENTO HEYETİ İLE GÖRÜŞMEME LÜKSÜMÜZ YOK”

Başbakan Ferdi Sabit Soyer “ Doğru olan bugüne kadar sürdürülen uzlaşmaz politika ile Kıbrıs Türk Halkını bugünlere getirmeme siyasetini sürdürenlerin önce aynaya bakıp kendi yanlışlıklarını görüp bu halktan özür dilemesidir” dedi.

Umarız Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’nde olanlar Anavatanın da gözünde kaçmamaktadır. Zira, yeni bir oyunun kokusu gelmekte yavruvatandan. Çünkü çözüm isteyenler, doğrudan çözüm üretirler, çözümün kendisinden uzaklaşan sorgulamalar peşine düşmezler. Bugüne kadar kimse yavruvatanda zorla tutulan olup olmadığını araştırmadı, kimseden de böyle bir feryat yükselmedi. Ne zaman ki, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne ambargoların kalkması hususu dillendirilmeye başlandı, o günden beri yeni yeni oyunlar sahneye çıkmakta.

Tabii ki gelen heyet ile görüşülmeli, ancak heyetin görüşmesinin ana hedefi nedir? Ambargoların kaldırılması ve iki tarafın birbirine yaklaştırılması hususu mu? Yoksa, Kuzey Kıbrıslı Türklerin ikiye bölünmesi mi? Bu da iyi değerlendirilmeli ve atılacak adımlar da buna göre atılmalı.

Birsen Şahin
04/03/2006

Seninle gurur duyuyorum

kalbim seninle

Edith Piaf - La Vie En Rose
by bigproblem11